Tarihe bir an bile bakıldığında görülür ki insanlık, yelin önündeki çöl kumu gibidir. Bu gerçek aynı zamanda tarifsiz acılar, kuşaktan kuşağa aktarılan sarsıntılar, etkiler anlamına gelir. Genelde “göç” sözcüğüyle karşılanan olgu, kaçınılmaz biçimde inceyazının da alanı içindedir. Bu bağlamda “göç” bir yazın izleği olmaktan çok, bir insanlık durumudur.
Türkiye’nin, Türk halkının göç tarihindeki devinim çok az toplumda gözlemlenebilir. Belki bu yoğunlukta Latin Amerika halklarını da anmak gerekir. Octavio Paz Lozano’nun “Yalnızlık Dolambacı”ndaki çözümlemeler çok ilginçtir.
Türk yazınının ustalarından Dr. Yüksel Pazarkaya, Türk halkının 1960’lı yılların başında başlayan, Avrupa’ya göçünün, deyim yerindeyse, inceyazınsal birikiminin öncüsüdür. Sürecin nabzını birebir tutuşunun ilk somut belgesi “Oturma İzni” adlı öykü yapıtı, bir başyapıt niteliğiyle önemli yankılar uyandırmıştır; günümüzde de “Oturma İzni”nden yola çıkılmadan göç izlekli yazın tarihi yazılamaz.
Yüksel Pazarkaya içtenlikli ve şiir, öykü, roman, oyun; hemen her türde yazdığı yapıtlarla yarattığı birikimli kişiliğiyle Türk ekininin Almanya’daki adeta ekin elçisidir. Birkaç yıl önce 50. sanat yılını kutladığımız Yüksel Pazarkaya’nın onlarca yıl içinde yaptıklarına, verdiği büyük emeğe ilişkin ayrıntılı bilgiye, “Dilin Çağrısı-Yüksel Pazarkaya’ya Ellinci Sanat Yılında Armağan” (Hazırlayan: İnci Pazarkaya, TÜYAP Yay., 2010) http://pazarkaya.web.tr/Kitaplar/Dilin_Cagrisi.pdf ile “Yüksel Pazarkaya-Sözcüklerin Doğasında Gezmek” (Hazırlayan: Enver Ercan, TÜYAP Yay., 2010) http://pazarkaya.web.tr/Kitaplar/Sozcuklerin_Dogasinda_Gezinmek.pdf adlı yapıtlardan ulaşılabilir. Bu iki yapıtı da özellikle salık veriyorum.
Berna Moran “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış” adlı yapıtının üçüncü cildinin önsözünde Yüksel Pazarkaya’yı günümüz Türk romanının, üzerinde durulması gereken önemli adları arasında belirtir. Moran şöyle yazar:
“1980 sonrası Türk romanında tanık olacağımız köktenci değişikliği, yani gerçekçiliğin terk dilip postmodernist çizgide yeni bir anlatı türünün doğuşunu incelerken adını andığım yazarlardan örnekler seçtim. Gerçeklikten kaçış daha yaygındır aslında. Bu yenilikçi akıma Hilmi Yavuz, Yüksel Pazarkaya, Buket Uzuner gibi yazarlardan da örnekler vermeyi planlamıştım, ama sağlık nedenleriyle bundan vazgeçmek zorunda kaldım.”
Moran’ın örnek vermeyi düşündüğü roman “Ben Aranıyor”dur. (Ben Aranıyor’un “postmodernci çizgide” görülmesine katılmama hakkımı saklı tutuyorum! “Gerçekliği” sınırlı değil, geniş düşünmeli.)
Yüksel Pazarkaya yeni romanı “Savrulanlar”da göç insanlarımızı bir başka bakışla, günümüz Türkiyesinin ve dünyasının genellikle olumsuz gerçekleri boyutunda işlemiş. Üzerine özenle çalışılması, incelenmesi gereken bir roman “Savrulanlar.”
“Savrulanlar”da geriye dönüş tekniği uygulanmış; olayların, yaşananların son döneminden başlayan roman geriye, onyıllar önceye dönüyor. Yirminci bölüme değin süren geçmiş, bu bölümle birlikte romanın başlayış dönemine ulaşıyor. Belirtmeli ki anlatım olağanüstü etkili, insanlar dokunulabilinecekmiş gibi ete kemiğe bürünmüş… Yer yer gözler dolmadan okuyabilmek güç…
Ahmet ile Ali Rıza asker arkadaşıdır; sıradan bir arkadaşlık değildir onlarınki. Ahmet Yozgat’ın, Ali Rıza ise bir başka ilin köyündendir. Ahmet Sünni, Ali Rıza Alevidir. (Romandaki bu vurgu günümüz “kimlik” siyasasının etkilerine bir gönderme olarak düşünülebilir. Pazarkaya’nın bu nitel ayrıma yer vermesi de yerinde olmuş; Madem yazılmaktadır, “kimlik yüceltileri” içindeyiz, böylesi de yazılmalı, “geleneksel” yapıların arasındaki ayrım görünür kılınmalıdır.) Askerlikten sonra görüşemeyen iki dost, Almanya yolunda, trende karşılaşırlar. Bir süre sonra, işsiz kalan Ahmet’e, Ali Rıza’nın destek olmasıyla, çalıştıkları fabrika da aynılaşır. Ford otomobil fabrikası… Ne ki Doğu Almanya’dan sızan bir kışkırtıcı olduğu sonradan anlaşılacak, Ayhan adlı biri çıkagelir ve fabrikada, sendikanın istenci dışında, yasadışı grev başlatır. Olayın hemen ardından Ayhan sırra kadem basar ya olan, ona çok inanmış, birkaç günde devrimci militan kesilmiş Ali Rıza’ya olur; işten atılır, gözaltına alınır, sorgulanır ve sınır dışı edilir. Doğallıkla çaresiz, köyüne döner. Ahmet, destek verdiği günleri unutmadığı Ali Rıza’yı köyünde ziyaret eder. Yine çok yakındırlar. Birbirlerinin yaşam anlayışlarını zaman zaman yadırgasalar da sorun etmezler. Öyle bir an gelir ki deyim yerindeyse tarihsel yanlış yapılır, Ahmet’in oğlu Mazlum ile Ali Rıza’nın kızı Meryem beşik kertmesi edilir.
Ekonomide durgunluk dönemidir. Ford fabrikasından da işçiler çıkarılır. Yerine oğlu Mazlum’u işe, aynı fabrikaya aldıran Ahmet, temelli Türkiye’ye, köyüne döner. Emekle, erdemle o güne değin hiçbir ilişkisi olmamış Mazlum, babasının dönüşünün ardından tümüyle suç aygıtına dönüşür. Uyuşturucu dağıtırken polisçe yakalanır. İzleyen yıllar içinde Mazlum’un kaba, şiddete dönük, anlayışsız, gösteriş budalası, bağnaz, ikiyüzlü ve çifte standartlı (Almanya’da kumarbaz, kadın düşkünü, giderek “uyuşturucu dağıtımcısı”) biri olarak yetişmesinde köy yerinde babasından uzak yetişmesinin payı kesin vardır; ne ki bir biçimde evlendiği Meryem’e şiddet uygulamaya, dayak yoluyla kapanmaya zorlamaya kadar vardırmasında dinsel-mezhepsel arka planının, beslendiği “değerler” dizgesinin hiç mi payı yoktur? Kaldı ki Türkiye gerçeği bize 1950 sonrası süreçte sözkonusu olumsuz toplamın sürekli kışkırtıldığını, yüceltildiğini, üstün belletildiğini gösteriyor. (“Savrulanlar” aynı zamanda, Alevilerin kız almalarına, gelinlerini benimsemelerine karşın neden kız vermek, gelin göndermek istemedikleri sorusuna da güçlü bir yanıt sayılmalı.)
Oysa Türkiye’de Hasanoğlan’da okumuş, öğretmen ve sağlık çalışanı olmuş; bir süre Ankara’da dersane ve hastanede çalışmış Meryem, tıp öğrenimi görmek, hekim olmak umuduyla evlenmiş, Almanya’ya gitmiştir. Mazlum ise Meryem’e değil tıp öğrenimi için olanak sağlamak, Almanca kursuna bile izin vermez; eve kapatır, hapseder. Buraya dikkat: cami derneği kılıfı altında kurulmuş, uyuşturucu suç örgütüne girer. Meryem’e türban, “tesettür” dayatmasının altında da hem kocanın dediği olur salaklığı, kıyımcılığı hem de cami derneği yönetiminde olan birinin, Mazlum’un karısının başının türbansız olamayacağı yatmaktadır!
Hüküm giydiği için fabrikadan atılan Mazlum “cami derneği”ndeki uyuşturucu “ortağı” Necati’yi bıçaklar, öldürür; Mazlum cezaevindeyken, cami derneği yöneticisi Necati, Meryem’in evine gitmiş, Meryem’ce içeri alınmasa da para bırakmış, sinemaya gitmeyi teklif etmiş, lokantaya götürüp yemek yedirmiştir. Öldürülme nedeni budur… On yıla çarptırılmıştır.
Cezaevinden tehditleri sürse de görece özgürleşen Meryem, ayakları üzerinde durmaya başlar; Çevirmen Mine’nin de desteğiyle, Türk hekim çift Nermin ile Metin’in sağaltım yerinde çalışmaya başlar. Alman yönetim ve ekin noktalarında dostluklar da kurmuş bu çift Meryem’i çocukları gibi benimserler; büyük destek sağlarlar. Meryem dilediği gibi ekinini de, Almancasını da geliştirir. Gün gelir, Mazlum’dan boşanmayı da başarır.
Bir yandan da Mazlum’un cezaevinden çıkacağı günler yaklaşmaktadır.
Daha birçok ayrıntı var romanda. Alabildiğine acı veren, “Olamaz, niye böyleyiz, neden bunlar yaşanıyor…” dedirten. Romanda iğreti duran, yaşanmadığı, yaşanmayacağı düşünülebilecek hiçbir öğe yok! “Keşke olsaydı, kurgudur, hayaldir” der avunurduk, içimizi rahatlatırdık. Kuşaklarca bir Avrupa ülkesinde işçileşmemiş bir yakını olmayanımız var mı?...
“Savrulanlar”da su akışınca akan giden olayların tümünü anlatacak değiliz; doğru da olmaz. Okunması gereken yapıtın/yapıtların anlatılmaları zaten yanlışlıktır.
Kitap boyunca “Meryem’in başına bir kötülük gelecek mi Mazlum pisliği Meryem’i öldürecek mi” diye içiniz alır verir, pır pır eder.
“Töre cinayeti”, “namus cinayeti” denerek onyıllar içinde ne kıyımlar işlenmedi, genç kızlarımız “kurban” verilmedi ki… Almanyalarda, İsveçlerde, İsviçrelerde, Belçikalarda… Adam bir Avrupa ülkesine gidiyor, belli bir gönenç düzeyine erişiyor da ora toplumuyla, o toplumun ekiniyle; demem o ki sanatıyla, tarihiyle, bilimiyle bir bağ kurma çabasına girişmediği gibi; en safra ilişkiler neyse özellikle onları bulup tam ortasında yer alıyor. Yetmiyor kızını doğruyor, öldürüyor…
Açık söylemeliyim ki gerekçe olarak “Kenti görmeden, köyden çıktığı gibi Avrupa’ya gittiler”, “Orada Türk Türkü buldu, onunla iletişim kurdu”, “Yabancılar onları dışladı”, “Yalnızca para biriktirmeyi düşünmek zorunda kaldılar”…savları beni bugüne değin ikna etmedi. Bu ve benzer nedenleri hiç mi payı yok? Kuşkusuz var ama bir yere kadar. Devasa sorunu tümüyle açıklamaya yetmiyor. Bilmiyorum, yanılıyor da olabilirim. Bana köklü, tarihsel, yapısal nedenler var gibi geliyor. Bilenler bilir, öyle batılı hayranlarından değiliz; gerektiğinde yerden yere vururcasına eleştirenlerdeniz. Ne ki nesnel olmak da aydın olmak borcumuz; yiğidin hakkı örneği… Teslim edeceğiz, eleştiri hakkımız başka. Kuşkusuz bu bakışımız, ülkemiz halkının erdemli, doğru yanlarını yadsımak, görmezden gelmek de değil. Yine yeri geldiğinde o değerleri de tüm dünyaya karşı biz savunuyoruz, savunacağız.
Yüksel Pazarkaya’nın “Savrulanlar”ı çağın sancılarıyla dolu bir önemli yapıt. Türkiye’de hâlâ bir yazınsal yaşam varsa üzerine derinlikli yazılar, incelemeler yazılmalı; tartışılmalı.
Yoksa da çekiverin kuyruğunu gitsin…
Günay Güner
23 Şubat 2017