Yine öyle bir kıyım yaşadık ki gelecekte de duyarlı yüreklerde, bilinçlerde sarsıntısı azalacak gibi değil. Sağalmaz bir acı bu. İki canlı bomba (bu da garip bir dillendiriş) bombaları ardı ardına patlattı; yüzün üzerinde yurttaşımız, gencimiz, pırıl pırıl insanımız bir anda öldürüldüler. Paramparça edildiler.
Yalnızca son on üç yıldaki kıyımlar bile durumumuzun yakıcılığını anlamaya yetiyor. Uludere Kıyımı, Reyhanlı Kıyımı, Gezi Kıyımı, Soma Maden Kıyımı, Suruç Kıyımı, Ankara Kıyımı. Bu olaylara Silivri, Hasdal cezaevlerinde somutlaşan tüzesizlikler, giderek öldürümler de eklenmelidir.
Güzelim Türkiye ağıtlar, üzüntüler ülkesi yüzyıllardır. Osmanlı döneminde sarayın, sarayların talanı sürsün diye Anadolu insanı cepheden cepheye sürülüp savaştırılmış. Çoğu o cephelerden bir daha dönememiş. Yemen türküleri hâlâ söylenir, unutulmaz. Yalnız sonu gelmez savaşlar da değil bile isteye bilgisiz bırakılmış halkın kan davalarında, husumet çatışmalarında birbirini kırması az mı bela olmuştur halkın başına. Bu kırımlar özellikle kadınların dilinden ağıtlara yansımıştır (bu ağıtların bir bölümünü Usta Yazar Yaşar Kemal de derlemiş, Atatürk’ün Türk Dil Kurumu’nun yayınları arasında ilk baskısını yayımlamıştır). Nasıl unutulsun ki ne sömürücülerin sömürüsü bitirilebiliyor, ne halkın karabilisizlik durumu ortadan kaldırılıyor, ne yayılmacının kahrolası gözü, parmağı, eli içimizden kovulabiliyor. Bilgeler bilgesi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderlik ettiği Bağımsızlık Savaşımız tek anlamlı, zorunlu savaşımız olarak özgürlüğümüzü sağladığı gibi Anadolu’nun barışa kavuşmasını, yiğitlerinin egemen sömürücü sınıfların yararına yaban ellerde öldürülmelerine son vermeyi de amaçlıyordu. Ne ki Anadolu insanına bu güzelliği yar etmediler. 1950’de Demokrat Parti, çokpartili döneme geçer geçmez, ilk iş olarak ABD çıkarı için Kore’ye (Meclis’in onayını bile almadan) asker gönderdi. Seferberlik, Yemen, Sarıkamış… ağıtlarına, çığlıklarına Kore ağıtları eklendi.
Sömürücü sınıflar Türk Devriminden öç almaya giriştikçe, halkın bedel ödeyişi sürdü. Kanımız Kore’de akıtılarak sokulduğumuz NATO’nun gizli ordusu gladyo kıyımlarının hedefinde, Türkiye’nin aydınlık, eğitimli, bilinçli kesimleri vardı. Yetmişli yıllar kan, keder, gözyaşı, işkence… 12 Mart darbesi, Kızıldere Kıyımı, Denizlerin asılmaları, Kanlı Pazar Kıyımı, i Mayıs Taksim Kıyımı, Kahramanmaraş Kıyımı, Çorum Kıyımı, 16 Mart Kıyımı, Bahçelievler Kıyımı, iç savaş…
Sevgi Soysal’ın Şafak, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu ve hapishanedeyken kaleme aldığı Yenişehir’de bir Öğle Vakti adlı romanları dönemin en önemli yazınsal tanıklarıydı. Bu romanlar içeriklerinin yanı sıra yazınsal düzeyleriyle de çok etkili oldular. Erdal Öz’ün Yaralısın’ı da böyledir. Denizlerle anılarından yazdığı Gülünün Solduğu Akşam’ı da anımsamak gerekir. Pınar Kür Yarın Yarın adlı romanı 12 Mart öncesi, sonrası izleği üzerinde sorgulayıcı bir kitaptır. Çetin Altan Büyük Gözaltı, Bir Avuç Gökyüzü kitaplarıyla bir başka yazınsal duyarlık getirdi. Melih Cevdet Anday’ın Gizli Emir’i en simgesel, o değin de çağrışımsal, ustalıklı olanıdır. Simgeselliği korkudan değil, yüksek yazın düzeyindendir.
İnci Aral Kıran Resimleri’yle Maraş Kıyımını büyük duyarlıkla, insancı yoğunlukla işledi, gelecek için kayıtladı.
Erdal Öz 12 Mart-12 Eylül yazını üzerine şöyle yazıyor: “12 Eylül'de de yalnızca eylemciler değil, Türkiye Yazarlar Sendikası, Barış Derneği üyeleri de acımasızca yargılandılar. Aziz Nesin gibi yaratıcı bir kavgacı yazarın öncülüğünde 12 Eylül uygulayıcılarına karşı demokrasiyi savunan, sonradan Aydınlar Dilekçesi Davası' olarak adlandırılan bir direnişin içinde bir sürü insan, önce Selimiye kışlasında sorguya çekildi, sonra da Mamak sırtlarında yargılandı. Orada hiç de aşağıdan aldığımız söylenemez.
Edebiyatın amacı, yaşananları bire bir yazmak değildir. Olamaz. 12 Eylül'ü yazmak, bir anlamda 12 Mart'ı çoğaltmak olacaktı. Böyle de düşünülebilir.
Sonuçta 12 Mart da, 12 Eylül de, aynı amaçla yapıldığına göre, edebiyatımıza yansımalarını ayrı ayrı değerlendirmemek gerekir, diyorum.
12 Mart'ın etkilerini yapıtlarına ilk taşıyanlardan biri olarak, Yaralısın adlı romanım da, Kanayan adlı öykü kitabım da, Gülünün Solduğu Akşam ve Defterimde Kuş Sesleri adlı anı-romanlarım da 12 Mart için de, 12 Eylül için de geçerlidir bence. Tıpkı 12 Mart sonrası yazılan pek çok kitap gibi.
Yaratıcı yazarın yazdıkları, yazacakları, ille de yaşadığı dönemin tutanakları olarak düşünülemez. Ama yazar, o dönemin yansıtıcısı olabilir de, olmayabilir de. Belki de o yazar, yaşadığı döneme tanıklık etmek yerine, daha önce başka yaşanmışlıklara tanıklık edecektir. Tıpkı 12 Eylül'ün, ya da 12 Mart'ın bundan sonra da edebiyat yapıtlarında yer alabileceği gibi.” (http://www.sabitfikir.com/dosyalar/12-eylul-edebiyata-bir-darbe-12-martin-ve-12-eylulun-edebiyatimizdaki-yeri).
12 Eylül 1980 darbesi bütün olarak büyük bir kıyımdır; 12 Marttan daha ağırdır. Oluşturduğu sonuçlar hâlâ etkilidir; yeryüzü ölçeğinde sürmektedir. Sürmektedir, çünkü 12 Eylül dünya ölçeğinde tasarlanmış ve uygulanmış devasa bir yeniden düzenlemedir. Kimlik siyasetidir, siyasadışılıktır, cemaat, aşiret, kabile, din, mezhep, budun, soy yüceltisidir. Sınıfsallığın reddidir. Yeni Dünya Düzenciliğidir, yeni tutucu şiddettir. Küreselleşmeciliktir, postmodernizm denen (ne olduğunu, olmadığını bugün bile kimsenin tam bilmediği) sözde düşün, sanat anlayışı yandaşlığıdır. Yeniden sultanlıklara, buyurganlıklara dönüştür. Böylesi bir toplum düzeninin kan, kıyım…üretmemesi olanaksızdır; öyle de oldu ne yazık ki.
Doksanlı yıllar özellikle Güneydoğu Anadolu’da Kürt gerekçesi üzerinden faşizmin en ağır yaşandığı dönemlerdendir. Kuşkusuz yoğunluk Güneydoğu’da olsa da diğer toplum kesimleri de baslı, işkence altında kalmıştır. 2 Temmuz 1993 Sivas Kıyımı acısı dinmeyecek bir olaydır. Aynı zamanda bu kıyımda Türk yazını yetmişli ve seksenli yıllara damgasını vurmuş önemli değerlerini yitirdi. Metin Altıok, Behçet Aysan, Asım Bezirci, Uğur Kaynar… giderek Aziz Nesin…
Ayrıca Bahriye Üçok, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Abdi İpekçi, Doğan Öz, Turan Dursun, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı…kıyımlarını mutlak vurgulamak gerekir. Bu yetmişli, seksenli, doksanlı, iki binli yıllara yayılmış olan, Atatürkçü düşünü yok etme, kazıma kıyımlarıdır.
Bu baskının, kıyım koşullarının yazına yansıması, genellikle sınıfsal değil, kimlikler (budun, din, cinsellik, cinsel eğilim…) düzlemindedir. Mehmet Eroğlu’nun, Mehmet Uzun’un romanları ilk belleğe gelenlerden. Sözkonusu yaklaşımdaki yazarlar kendilerini Türk Yazını içinde değil, “Türkiyeli” yazın içinde belirlediler.
Kuşkusuz, tümü bu özellikte değildir. Aziz Nesin, Muzaffer İzgü, İnci Aral, Nedim Gürsel, Orhan Duru, Mustafa Balel, Feyza Hepçilingirler, Ahmet Yıldız, Cemil Kavukçu, Işıl Özgentürk, Oya Baydar, Feride Çiçekoğlu…gibi yazarlar 12 Eylül dönemini öyküleştirdiler. (Son yıllarda daha da yetkinleşen Ahmet Yıldız, 12 Eylülün işkencelerini doğrudan yaşamış bir yazardır. Özellikle “Üçlü Kavşak” adlı yapıtındaki öyküleri anılan izlek üzerinedir ve çok etkilidir.) Hürriyet Yaşar, yayımladığı derlemeyle, Bir Tersine Yürüyüş-12 Eylül Öyküleri aydı kitabıyla bu konuda önemli bir çalışma yaptı.
Nihat Behram, Ahmet Telli, Nevzat Çelik, Emirhan Oğuz, Metin Altıok…12 Eylülün şiirini yazdılar.
Sivas Kıyımı üzerine yazınsal yapıtların ilk anda anımsananları, Aziz Nesin’in Sivas Acısı, Hidayet Karakuş’un Şeytan Minareleri, Atilla Aşut’un Sivas Kitabı (tarihsel bir belgelik niteliğini taşır), Abdulkadir Paksoy’un Yaralı Temmuz, Öner Yağcı’nın Sivas’ı Unutmak, Orhan Tüleylioğlu’nun Merdivende Üç Şair, Burhan Günel’in Ateş ve Kuğu, Güngör Gençay’ın Alevler İnsan Sesi: Sivas Kıyımı Şiirleri, Zeki Büyüktanır’ın Madımak Çığlığı…
Sevgi Özel’in “Uğur Olsun!-Bir Devrimcinin Öyküsü” adlı kitabı Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin ardından, onun, yaşamı üzerine yazılan kapsamlı, yetkin yazınsal kitaptır; tek romanıdır. Bazı öykülerinde de yetmişli yıllardan izlemlerin yer aldığı Sevgi Özel, Silivri-Ergenekon tüzesizliği dönemini ise “Bahtabakan” adlı romanında işledi.
Birçok, birçok yapıt yazıldı, yazılacak.
Yakın tarihimizdeki bunca kıyımın yazına yansımalarını, yapıldığına hâlâ inanamadığım Ankara Kıyımı gerçeğinin etkisiyle özetledim. Her satırda yeniden içim sızladı; ürperdim.
Nedir bu üzerimizde onyıllardır dinmeyen, dinmemek bir yana gitgide ağırlaşan karabasan.
Gerici eğitimle en az bir kuşak yetişti. Yazın, felsefe, sanat hak getire. Belki Osmanlının bile gerisinde bir medrese “talimine”, öğrencinin telibanlaştığı (talebe) bir rezil döneme girildi. Bugünden tezi yok, gericiliğin zincirini kırıp atamazsak, açıkça bilinsin ki ülkece daha karanlık zamanlara doğru yol alıyoruz.
Ankara Kıyımında öldürülen güzel insanlarımızı saygıyla, kederle anıyorum. Hiç unutmayacağız.
Dileğim şudur: Ne bu kıyımlar olsun ne de bu yapıtlar yazılsın!