Toplumun bilgi, eğitim alma, ekin (kültür) alanlarına ulaşma olanakları aşındırıldıkça, davranış, dillendiriş biçimleri, anlayışlar tekdüzeleşir. İnsanlar giderek düşünceden, sorgulamadan uzaklaşır. Zaman zaman geleneklerin en ilkel yanlarına başvurur.
Kolaycılıktır. Öyle fazla çaba gerektirmez. Bağlandığı bir topluluk da (cemaat) varsa daha da kolaylaşır. Nasılsa onun için karar verenler, kollayanlar vardır. Erich Fromm’un “özgürlükten kaçış” dediği durumdur büyük ölçüde.
Sözkonusu olumsuz durum tüm dünyada, giderek gelişmiş ülke toplumlarında da yaşanmaktadır. Kuşkusuz, Türkiye gibi ülkelerde ise durum daha ağırdır. Birincilik beyaza veriliyor, dense yeridir.
Sıradan insanlar için bu geriye gidiş böyle, artan ivmeyle sürüyor da aydınlar için durum ayrı mı? Aydınlar, aşınmanın dışında kalmayı başarabiliyor mu? Başaramadıklarının birçok örneğinden söz edilebilir. İşte bu örneklerden bazıları:
“Toplumsal yapıyı altyapı belirler.” Çok az metinde bunun tersinin de geçerli olduğu durumlardan söz edilir. Oysa ekonomik, maddesel yapının, toplumların ülküsel (ideolojik), düşünsel üstyapısını belirlediği genel olgudur. Ne ki tersinin geçerli olduğu durumlar da vardır, yer yer gözlenmektedir. Öyle olmasaydı “tarihsel gerekircilik” (determinizm) olarak öne sürülen şemalar, aşamalar kendiliğinden, beklendiği gibi oluşurdu. Bu konuda günümüzün postmodern, Yeni Dünya Düzenci, küresel dünyasından daha iyi yanıt da kanıt da olamaz. Egemenler sanatı da insanlığın, toplumun diğer yanlarını da “algı”larla, kurguladıkları “senaryo”larla gerçek kıldılar. Oysa nesnel dünyada bunların hiçbirinin yeri yoktu.
Aydın tavrında kesinlik değil olasılık, dillendirme biçimi olmalıdır. Öyle bir tarihsel, kazıbilimsel buluntuyla karşılaşılır ki tüm bilinenleri yeniden değerlendirmek gerekebilir. Bunda bir kötü yan da yoktur.
Ozan Valery’nin aktarımıyla Mallerme’nin Degas’ya yanıt olarak kurduğu “Şiirler fikirlerle yapılmaz ki sevgili Degas. Sözcüklerle yapılır” (yazılarda genellikle, bu biçimiyle, tam olarak yer almadı ne yazık ki) tümcesi yıllarca yazılarda değinilen bir tümcedir. Valéry, Degas’nın kendisine anlattığını aktarır. Degas Malarmé’ye “Zanaatınız çok cehennemlik bir durum gösteriyor. İstediğim şeyi yapamıyorum, ama fikirlerle doluyum…” der. Malarmé ise onu yanıtlar: “Şiirler fikirlerle yapılmaz ki sevgili Degas. Sözcüklerle yapılır.”(Valéry, 1995: 120) Pek çok kaynak değiniyi burada bırakır. Oysa Valéry süreğinde bir şey daha yazar: “Malarmé haklıydı. Ama Degas fikirlerinden söz ederken eninde (çeviri yanlış, ‘önünde’ olacak GG) sonunda kendilerini sözlerle ifade edecek olan iç konuşmaları, ya da imgeleri düşünüyordu. İşte içindeki fikir adını verdiği bu sözler, bu cümleler, bilincin bütün niyetleri ve algıları- bütün bunlar şiir koyamazlar ortaya. Yani başka bir şeyin olması gerek –bir değişim, bir biçim değiştirme, ister doğrudan olsun ister olmasın, ister kendiliğinden olsun ister olmasın, ister çalışılmış olsun ister olmasın-…”(Valéry, 1995: 120) Süreğindeki bu bölümle varılan nokta belki çok değişmiyor ama en azından kolaycılıktan uzaklaşılıyor. Ayrıntılara ulaşılıyor. Ayrıntı çok şeydir.
Tekilci düşünmek pek çok alanda seçtiğimiz bir yol. Şiir tartışmalarında da aynı şey gözleniyor. Ya bu uçtayız, ya öteki… Oysa bilim de diğer alanlar da olguların diğer olgularla ilişki içinde olduklarını, sözkonusu etkileşimlerden ayrı olarak anlaşılamayacaklarını öngörür. Şiirin, varoluşunu etkin kılmak adına, her tür insansal ve toplumsal alanla olan ilişkisini koparma, yok sayma eğilimi ağır basmıştır. Bu ise çoğu zaman, “şiir akılla yazılmaz, akıldışıdır”, “şiir sözcüklerle yazılır”, “şiirde anlam olmaz, anlamlıysa iyi şiir değildir” (oysa şiire özgü bir anlam vardır), “şiirde duygu olmaz” gibi birtakım eksik ya da tutarsız önermenin savunusuna sözde dayanak oluşturmuştur. Şiirin varoluşundaki kapsayıcılık, kuşatıcılık, özgürleştiricilik düşünüldüğünde ölçütlerin bu kadar ak-kara biçiminde, katı bir anlayışla, zembille inmişçesine belirlenmeye çalışılması şaşırtıcı ve çelişkilidir. Ne ki bu eğilimlere birebir katılmamak, şiirin sıradanlaştırılmasını, düzeyinin düşürülmesini, düzyazıya yaklaştırılmasını, imge yoksulu kılınmasını savunmak anlamına gelmez. Şiire ilişkin dayatılan koşulları sorgulamanın, daha gerçeğe yakın ölçütlere ulaşmanın önemi bu noktada da ortaya çıkıyor. Kaya Özsezgin bir yazısında Jean Dubuffet’den şu önemli belirlemeleri aktarır:
”Bazı durumlarda aydınlar, bu değerleri sorgulamaya daha hazır olabilirlerdi, fakat mitlerin saygınlık düzeyi bir kez düştü mü, kendi yetkelerinin de tutunamayacağından korkarak buna cesaret edemiyorlar. (…)Bu aydınlar için özel ‘kültürden arınma’ okulları kurulmalı ve oralarda uzun süre kalmalılar, zira içlerine işlemiş kültür kalıplarından kurtulmak, ancak yavaş yavaş, küçük küçük adımlarla gerçekleşebilir.”(Özsezgin, 2005)
Şiire çok yoğunlaştık. Biraz daha sürdürelim. Cemal Süreya’nın “Folklor şiire düşman” tümcesi zamanla bir savsöze dönüştü. Buna göre halkbilim (folklor) aynılaşmak, yinelemek gibi özellikler gösterir. Dolayısıyla bireyselliğe engeldir. Şiir ise özgünlük, bireysellik, birikim, yetenek gerektirir. Bu savın eleştirisiz benimsenmesi ne değin doğrudur? Ayrıca bu tümce irdelenirken Cemal Süreya’nın halkbilimle, destanlarla, cönklerle, halk masallarıyla, anlatılarıyla en çok ilgilenen yazarlarımızdan olduğu da anımsanmalıdır. Rus Dilbilimci V. Propp’un halkbilim çözümlemesi de bizi başka noktalara götürebilir. Çevrenimizi genişletebilir.
Zaman zaman Türkiye’de romanın, öykünün, şiirin bittiği, tükendiği yönünde yazılar okuruz. Biten neden bitmiştir, dayanaklar nedir, nasıl kanıtlanmaktadır, bilinmez. Ben yaptım, oldu.
Bu da yetmez, doğu-batı çatışması bağlamında, ikisinden birinin sorgusuz yüceltildiği, diğerinin yerin dibine batırıldığı görülür.
Cumhuriyete saldırma görevlilerinin tavırlarında sözkonusu özelliklere daha sık rastlanır.
Örneğin “Güneş Dil Kuramı” onyıllarca “ırkçılığın” kanıtı gibi yayılmak istendi. Oysa bu kuramın, dönemin en saygın dünya dilbilimcilerince bilimsel değer görülerek tartışıldığını, Mustafa Kemal Atatürk’e Sırp kökenli Dilbilimci Hermann Kvergic tarafından hem de ikinci girişiminde sunulduğunu, günümüze değin ise Türkçe ile tarihsel olsun yaşayan olsun birçok başka dil arasında ortaklıklar belirlendiğini bilmek gerekir.
Bir de “kafatası ölçmek” suçlaması var. Sanki otuzlu yıllar biliminde gen alanında ya da diğer alanlarda gelişilmişti de insanbilimciler “ısrarla” kafatası ölçüyorlardı.
Köy enstitülü yazarlara saldırılırken bir “köy romanı”dır tutturuldu. Küçültülmeye çalışıldı. Bugün de sürüp gidiyor. Nüfusun yüzde yetmişinin köylerde yaşadığı bir dönemde; tefecinin, ağanın, bürokratın egemenlik koşullarında köy odaklı yapıt yazılmasından daha doğal ve yerinde bir çaba olamayacağını nedense kimse düşünmez. Neymiş, köylü kişilikler bireysellikten yoksunmuş, tek tipmiş. Daha romanın Türk yazınına giriş tarihi belliyken Dostoyevski çıkması mı bekleniyordu. Kaldı ki bırakalım kırklı, ellili yılları, günümüzdeki kent romanlarında ne değin bireysellik olduğu da tartışılır.
Şimdilik son örneği tarihten verelim. Genellikle akademik çevrelerde Türk tarihi, Kül Tigin ile Bilge Kağan yazıtları üzerinden, en çok MS 700’e, 800’e değin götürülür. Peki, bu halk o yazıtların dilini bir anda mı öğrendi de yazıtları dikiverdi? Kaldı ki günümüzde Türklerin tarihini yine belgelerle, MÖ. 3000’li dönemlere ulaştıran çalışmalar var. Bilimin, aydınların bu bilgileri de görmesi için ne yapmalı?
İlginçtir, insanlığın bilgi birikimini oluşturan atılımların büyük bölümü “akademi” dışı, giderek “kral çıplak” deme yürekliliğini gösteren, “cemaat” dışı, gerçek aydınca, bireysel çabaların ürünüdür. Ortalama bir insanın bile belirli aralıklarla düşüncelerini gözden geçirmesi gerekirken, aydınların topluluk (cemaat) davranışları içinde olması benimsenemez bir durumdur.
(“Ezber bozmak” sözcüklerini kullanmıyorum. Çünkü bu sözcüklerle açıklanmaya çalışılanlar genellikle tutarsız savlar oluyor).
Kuşkusuz özgün, yeni, eleştirel bakış içinde olan kişiler, yüksek oranda olmamak üzere, yer yer yanlış savlar da dillendirebilirler. Böyle bir kaygısı olmayanların hata oranı da düşük olacaktır. Son derece anlaşılır bir durum…
Siz de ayrımında mısınız? Türkiye’de tartışma yok!
Kaynaklar
Özsezgin, Kaya. “Sanatı ‘Aydınca’ Görmek”, Cumhuriyet gazetesi, 09.9.2005
Valéry, Paul. 1995 “Şiir Sanatı ve Soyut Düşünmek”, “20. Yüzyıl Edebiyat Sanatı” içinde, Haz. Hüseyin Salihoğlu, İmge Yay.