“Aç avucunu kerata!...”
ÇAAAATTTT!...
İnce sopa hafiften acıttı nasırlı avucunu ortamektep talebesinin.
Ama sevinçle doldu içi; tam not almıştı demek ki.
Öyleydi takdiri bu Hoca’nın,
İnce değnek darbesi tam not demekti.
“Oğlum neden nasırlı senin ellerin böyle?”
“Biz demirciyiz Hocam, çekiç, balyoz; nasır ondan”
“Ne demircisi?”...
“Çalışıyor musun sen?”
“Evet, dersten sonra ve yazın okul kapanınca; dükkânımızda...”
“Peki ne ara okuyorsun bunca kitabı?”
“Geceleri, öğle arası ve trende, gidip gelirken...”
“Cumartesi, Pazar?...”
“Cumartesi çalışırız, Pazar’ları av’a ve balığa gideriz babamla...”
“Bak sen!.. Avcılık da var ha? Ateş eder misin?”
“Uçara atarım, iyi avcıyım Hocam...”
“Tövbe, tövbe... Nasıl baba bu yahu?”
“Ustam’dır...”
“Bana bak sen çağır şu babanı bu Cumartesi, muhakkak!”
“Babam gelmez, çalışıyor Cumartesi günü...”
“GELEEECEK DEDİMMM!...”
“Pe..Peki Hocam, söylerim...”
Her zaman düzgün taralı bembeyaz saçlarından alnına düşen telleri
arkaya attı; kahverengi kemik çerçeveli gözlüğünün üstünden
buz mavisi gözlerini çocuğa dikti ve sertçe otur işareti yaptı.
“Cumartesi, unutma!”
HÜSNÜ ARGUN’du adı...
Ankara Atatürk Lisesi Orta Kısım Tarih ve İngilizce Hocasıydı.
Balkan’dan, Evlâd-ı Fâtihan’dan yâdigâr bir göçmendi.
60 yaşlarında, inanılmaz yakışıklı, şık, sert ve çok bilgiliydi.
Çok sertti...
Ama Atatürk’ü ve Kurtuluş Savaşını anarken nemli gözlerini silerdi.
Çok sertti...
Ama öğrencilerine tapardı, babacandı, can’dı, babaydı...
Peki ya ayağına çağırdığı Baba?
Baba çok daha sertti; hem Baba, hem Usta ve hem de Ata’ydı...
“Târih ve İngilizce Hocam Cumartesi muhakkak gelsin dedi?”
“Nereye?”
“Veli toplantısı şeyi için, okula...”
“Niye?”
“Ne bok yedin de çağırıyor beni okula?”
“Bişey yapmadım, herkesin velisi gelmek zorunda...”
“İşi varmış dersin...”
“Dedim çok kızdı, muhakkak gelsin dedi”
“Gidelim bakalım, eğer bir halt ettiysen...”
“Hem Yıldırım’ın Hocalarını da görecekmişsin...”
Yıldırım; Büyük Atası-Dedesinin ikinci eşiyle taygelmiş bir güzellikti.
Aynı yaştaydılar...
İkisinin de Velisiydi Usta.
Tüm tahsil boyunca tam tamına iki kez gitti okullarına çırağın.
İlki okula kayıt ve oğlana okula gidiş-geliş yolunu öğretmek,
ikincisi de bu toplantı için; o kadar...
Kara dükkân kıyafetlerini giymedi o gün.
Dikkatle hazırlandı...
Sinekkaydı traş, makasla düzeltilen kıvırcık bıyıklar...
Siyah çizgili, yelekli, kahverengi kruvaze takım elbise,
Annesinin mübârek elleriyle kolaladığı beyaz gömlek,ince kravat...
Kurdelâsı geniş, ipek astarlı fötr şapka
ve el yapımı zımbalı lord stili kahverengi ayakkabılar.
Ağızdan hiç düşmeyen sigara dumanıyla kısılan
Uzun, kıvırcık kirpikli, yeşil benekli gözler.
Görüşmenin yapıldığı sınıfın önündeki Veli’li öğrencili kuyruğa girdiler.
İki adım atmışlardı ki Hüsnü Hoca gördü çırağı...
“Geldi mi baban?”
“Evet Hocam, burada...”
Hızla yerinden doğruldu, kuyruktaki velilerin başı onlara döndü.
“Buyrun Beyefendi, siz şöyle yakına gelin bakalım...”
Hiç sevmezdi Devlet Kapısını ve Devlet Dâirelerini...
Oğlan hınzırdı; Ata’sının bu hâline gülesi geldi.
Ve O’nun sık sık söylediği bir sözü anımsadı o an:
“Geçme Beylik Köprüsünden ko aparsın su seni,
Yatma tilki gölgesinde, ko yesin aslan seni...”
Baba sanki "Beylik Köprüsü"nden geçer gibi tereddütle ilerledi.
Eline aldığı fötr şapkasının kenarlarını iki eliyle çevirip,
tesbihleyerek yanaştı kürsüye...
“Buyrun muhterem Hocam, bir yaramazlık mı yaptı bu?”
“Yaptııı, çok yaptı ve hep yapıyor... Siz neredesiniz Beyefendi?”
“Ne yaptı Hocam?.. Eğer bir saygısızlık...”
“Çoook... Hem tarihten hem de ingilizceden çok saygısızlık yaptı...”
“Notlarını da mı görmüyorsun?”
Kendisinden en az yirmi yaş küçük olan baba’ya çıkıştı...
“A be birâder!... Tövbe, tövbe...”
“Ben 40 yıllık öğretmenlik hayatımda çok az gördüm böylesini...”
“Oğlanın elleri nasır içinde, dükkanında çalışıyormuş ama dersler mükemmel...”
“Merak ettim kimdir babası-anası diye...”
“Pullu dâvetiye mi yollasaydık?”
“Bak şu Velilere, çoğu iki not fazla ver diye sabahtanberi bekliyorlar...”
Azarlanan Baba son derece kibar ama dik bir sesle,
“Afedersiniz muhterem Hoca’m, bunun için mi çağırdınız beni?”
“Evet, teşekkür etmek için; nasıl bir terbiyedir bu?...”
“Nasıl oluyor? Anlat biz de öğrenelim...”
“Hocam, kusurumu bağışlayın ama iş günü bizi avâre ettiniz...”
“Anlamadım...”
“Ben de oğlum da Cumartesi’leri çalışırız, demirciyiz biz, işimiz ağırdır...”
“Oğlum da çırağımdır. Demircilik altın bileziktir Efendim...”
“Evet?”
“Kusura kalmayın Hocam, siz yaşça da yolca da benden çok büyüksünüz...”
“İlim adamısınız, âlimsiniz; oğlum hep anlatır sizi...”
"Örnek alıyor sizi..."
Şapkasını iyice kavradı, büktü; son derece sâkin ve rindmeşrep bir edâyla.
“Efendim... Afedersiniz...”
“Benim vazifem terbiyeli, azimli, çalışkan bir evlâdı size teslim etmek”
“Etiyle kemiğiyle...”
Yutkundu ve Hoca’nın mavi gözlerinin içine bakarak, tebessümle;
“Haddim olmayarak; Sizin vazifeniz de ona ilim irfân öğretip adam etmek”
"Memlekete hayırlı adam etmek..."
Hüsnü Hoca karşısındaki genç esnafın ağzından çıkan bu sözlere şaştı.
Hayretle gözlüğünü düzeltti, mavi gözleri şimşeklendi...
“Eeee?”
“Binalli, görüyorum ki; ikimiz de vazifemizi iyi yapmışız Muhterem Hocam...”
“Şimdi gönlüm daha da rahat...”
“Ama kardeşim senin oğlun örnek bir talebe demeyelim mi...”
Usta, saygıyla sözünü kesti Hoca’nın ve,
“Önlerinde böyle konuşarak, şımartmayın bunları Hocam!..”
“Sokakta it taşlayacağına sanat öğreniyor, dünyanın binbir türlü hâli var...”
“Okursa sizin sâyenizde, okumazsa benim gibi demir döver ömürboyu...”
“Yeter ki adam gibi adam olsun; size benzesin...”
Birden sağ elini uzattı Hoca’ya...
“Müsaâdenizle Efendim, Allah sizden râzı olsun, varolun...”
Ayakta duran Hüsnü Hoca şaşkınlıkla sıktı sert nasırlı eli.
“Şimdi müsaâdenizle işimize dönelim biz...”
“Öp ulan Hoca’nın elini, gidiyoruz...”
Çocuk davrandı; elini öptüğü Hoca’sı başını okşadı ve Velilere döndü.
“Duydunuz mu Efendim, Demirci’nin söylediklerini?”
Kuyruktakiler gidenlere döndüler...
Azarlar gibi, biraz yükseltti sesini...
“Duydunuz mu?..”
Baba önde oğul bir adım ardında...
Kadınlı erkekli on-onbeş velinin ve öğrencilerin tuhaf bakışları arasında çıktılar...
Yıldırım’ın öğretmenleriyle de görüştü oğlanlar koridorda beklerken.
Hiçbirşey söylemedi o görüşmeler hakkında.
Usta önde, Yıldırım’la oğlan arkada, çıktılar dışarı.
Okul bahçesi basketbol, futbol oynayan emsâlleriyle doluydu...
Kimi arkadaşları da hiçbir zaman sahip olamadığı bisikletleriyle tur atıyordu...
Hüsnü Hoca ve Baba’sının sözleri çınlıyordu kulaklarında.
“Şımartmayın bunları... Adam olsunlar... Altın bileziktir demircilik...”
“Büyüyünce ne olursam olayım hep Demirci kalacağım” dedi içinden.
Ateşin karşısında döktüğü alın terini, nasırlı emeğini özledi bir an.
Güvendeydi;
Ustası ve Hoca’sı anlaşmıştı onu adam etmek için.
O zaman farkında değildi bu işin öyle kolay olmadığının;
son nefese kadar sürecek zorlu bir maraton olduğunun.
Hergün, her an daha da zor ulaşılan bir hedef olduğunun...
Hüsnü ARGUN ve Usta-Ata’nın gözlerinin hep üstünde olacağının...
Çocuk ve Yıldırım Usta-Ata’nın yarım adım gerisinden ona yetişmeye çalıştılar.
Mamak Treni’ne binmek için Yenişehir İstasyonuna gideceklerdi.
Ama Usta-Ata tam ters yöne Kızılay’a doğru yöneldi...
Pikniği geçtiler, hemen arkadaki geniş kapının önündeki iki üç basamağı çıktı...
Cevat Restoran’ın vestiyerine şapkasını bırakırken;
“Haydi sallanmayın, buranın beğedili incik kebabı çok güzeldir...”
“Heman yiyip kalkalım, işler yığıldı dükkân bizi bekliyor...”
“Avâre olduk bütün gün, örs’ümüz çınlamadı...”
“Öğretmen toplantısıymış, bre!...”
“Herkes vazifesini iyi yapsa, kimse oyalanmasa adam olur bu memleket!...”
Et’siz yemek yemezdi.
Kebabı yerken çocuklara çaktırmadan takdirle baktı.
“Oyalanmayın...”
Hayatboyu hiç oyalanmadılar; o baba ve o oğul...
Her sabah 5’te kalktılar ömürboyu; vazifelerine koştular...
Oğul iyi öğretmenlerine ve Hüsnü ARGUN’a çok özendi...
Onun bilgeliğine, ak saçlarına, giyim kuşamına, memleket aşkına hayrandı...
Diğer öğretmenleri gibi ona da çok özendi ve
Hukuk’tan TV’ye dünya kadar mesleği olduğu halde; hep demirci kaldı...
Bir yandan da Öğretmen oldu.
Ona teslim edilen bahar dalı gibi evlâtlarına, “kızlara-oğullara”bilebildiği kadarıyla ilim-irfân belletmeye çabaladı; çabalıyor deli gibi.
Hiç oyalanmadı...
Vazifesini iyi yapmak ona baba vasiyetiydi.
Bu gecenin sabahında tam iki yıl oluyordu o rind Ustası-Atası karatoprağa döneli...
Yine böyle kar yağıyordu Ankara’da.
Karatoprağa verdiler Ustasını-Atasını BABASINI!;
Yüreğini de gömdüler yanıbaşına acılı oğulun; o çamurlu çukura...
Artık boşlukta gibiydi...
Dünya başka türlüydü artık; onsuzdu; üşüyordu...
Hep yanıbaşında duran o kutsal ÖRS, o adamlık ALTAR’ı çınlamıyordu...
ÖRS-EL'in mâtemi devâm ediyordu...
O hayatın neşeşi, o kutsal çekiç sesleri susmuştu...
Hayatla, geçmişle, gelecekle, ateşle, demirle bağı kopmuş gibiydi...
İki de bir uzun uzun, gizli gizli ağlıyordu...
Usta-Ata’sını çok ama çok özlüyordu.
Onu bağrına basan karatoprağı çok kıskanıyordu...