Operada ve balede, her yeni eserin çıkışı, deyim yerindeyse bir doğum olayı gibidir. Hele bu eser, opera-bale dağarına katkı sağlamayı amaçlayan, örneği olmayan, yeni ve özgün bir yapıt olacaksa, doğum heyecanı daha fazla olur. Ortaya sağlıklı, oynandıkça gelişen, yıllarca izleyicinin beğenisini kazanan bir yapıt mı çıkacaktır, yoksa bir sezonda işlevini gördükten sonra unutulacak, iz bırakmayacak, izleyicinin ilgisiyle yıllarca sahnede kalmak yerine, gerektiğinde araştırmacıların videosunu izleyerek fikir edineceği bir yapıt mı?
Yüzlerce kişinin irili-ufaklı emeğinin içinde yer aldığı böyle bir doğum olayına 19 Şubat 2020 gecesi, Congressium'da tanıklık ettik. Uluslararası opera literütüründe kullanılmayan, en azından bizim tiyatro dışında rastlamadığımız, “epik opera” diye nitelendirilen Göbeklitepe'nin ilk sahnelenmesi yapıldı.
Troya Antik Kenti’nin UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesine Kabulü’nün 20. yılında, 2018 yılı Cumhurbaşkanlığı himayesinde Kültür ve Turizm Bakanlığınca ‘’Troya Yılı” ilan edilmişti. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, bunun üzerine Bujor Hoinic'e ısmarladığı Troya “epik opera”sını çok geniş bir kadroyla hazırlayıp Ankara'da 5 kez sahneledi. Yapıt bir kez Moskova'ya, bir kez de İzmir'e taşındı, Almanya'ya ya götürüleceği açıklanmıştı ama bu gerçekleşmedi.
Cumhurbaşkanlığı, 2019'u “Göbeklitepe Yılı” ilan edince, bu kez Göbeklitepe “Epik Operası” besteci Can Atilla'ya ısmarlandı. Prömiyer tarihi olarak 31 Ocak 2020 belirlenmişti ama DOB internet sitesinde şöyle bir duyuru yayımlandı:
"31 Ocak 2020 tarihinde Congresium sahnesinde sahnelenmesi planlanan Göbeklitepe operası prömiyeri 19 Şubat 2020 tarihine ertelenmiştir. Bilet alan izleyicilerimizin biletleri 19 Şubat 2020 tarihindeki temsil için geçerli olacaktır. İade etmek isteyen izleyicilerimiz internetten almış olduğu biletleri internet üzerinden, gişeden alan izleyicilerimiz gişeye gelerek biletlerini iade edebilirler.”
Bu erteleme hazırlıkların pek sıkışık biçimde sürdürüldüğünü, eserin hazırlıklarının planlamaya uygun yürümediğini gösteriyordu.
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü tenor Murat Karahan (d. 1977), 13 Ocak 2020'de düzenlediği basın toplantısında “Türk operası markası yaratmak, operayı sevdirmek ve yaygınlaştırmak” amacında üçüncü büyük adımı attıklarını, “yeni bir bakış açısı ile Can Atlila ile birlikte bir sahne kantatı yazdıklarını” belirtmiş, “muhteşem bir opera”, “muazzam bir prodüksiyon”, “yüzakı eserimiz” nitelendirmelerinde bulunarak beklentiyi arttırmıştı.
Bu basın toplantısına “libretto yazarı” sıfatıyla katılan Lütfü Erol'un adına ilk temsilde yapıtın kitapçığında rastlamadık. Can Atilla’nın bestelediği yapıtı, AnkaraDOB'dan emekli rejisör Gürçil Çeliktaş sahneye koymuş, koreografiyi Volkan Ersoy hazırlamış, sahne tasarımını Özgür Usta, kostüm tasarımını Gazal Erten ve ışık tasarımını Fuat Gök yapmıştı. Libretto yazarı olarak ise Burcu Kılınç Kızıltepe ile Hacer Buyruk'un adları yer alıyordu.
Tenor Emre Akkuş, Sahne tasarımcısı Özgür Gök
SAHNE TASARIMI
“Mabedin Hüznü” altbaşlığını taşıyan Göbeklitepe, Congressium Kongre ve Kültür Merkezi'nin geniş ağızlı büyük sahnesine göre tasarlanmıştı. 12.000 yıllık geçmişi bulunan Göbeklitepe tapınaklarının kazı yerinin şu andaki mevcut görünümü tasarımın merkezine alınmıştı. Özgür Gök'ün bu anlamda başarılı bir iş çıkardığını söyleyebiliriz.
Yarımdaire biçiminde tapınağı koronun yerleşebileceği biçimde düşünmüş, ortadaki alanı ise dansçılar için boş bırakmıştı. Sahne değişimlerinde, yukardan inip kalkan tapınağın resmedildiği bir perde kullanılıyordu.
Kabilelerin (klan) yerleşimini simgelemek üzere kullanılan hafif dekorlar da, 12.000 yıl öncesinin, yani cilalı taş devrinin toplayıcı-avcı toplumunun gerçeklerini yansıtır nitelikteydi.
Bu genel görünümün hemen arkasında, videoyla arkadaki kırlık alan (bölgeye adını veren Göbeklitepe) ve gökyüzü yansıtılıyordu. Genel Müdür Karahan'ın 13 Ocak'taki basın toplantısında “Sahnedeki 200 kişiye ek olarak 3D teknolojisi ile tarihi görüntüler sunulacak” dediği bu videoda, konunun akışına göre gece-gündüz, kuşların üşüşmesi, bulutların gidişi gibi bazı hareketler göründü. Troya'daki video çalışmasıyla kıyaslandığında hayli zayıf kaldığı, hayal kırıklığı yaratıcı olduğu söylenebilir.
GİYSİ TASARIMI
Sahne ve giysi tasarımlarında, yapıtı sahneye koyacak rejisörün tercihleri önemlidir her zaman. Bazı rejisörler yüzyıllar öncesinde geçen öyküleri günümüze taşıyarak sahneler, kılıcın yerine makineli tüfek, mahalli giysinin yerine deri pardösü koyarlar. O zaman tasarımcıların işi kolaylaşır. Ama, dönemi birebir aktarmak gerektiğinde, tasarımcının iyi bir tarihsel araştırma yapması gerekir. Göbeklitepe'deki giysiler, tasarımcı Gazal Erten'in bu çabayı gösterdiğini yansıtır nitelikteydi.
Gazal Erten, kostüm tasarımcısı
Ağırlıklı olarak hayvan postu ve derisi imitasyonları kullanılmıştı, bazı dokumalar da kullanılan malzeme arasındaydı. Bunlar, “örtünme” amaçlı kullanıldığı belli olacak biçimde ama bir estetik gözetilerek tasarımlanmıştı. Bunların doğal renkleri ile mekânın taş-toprak renklerinin yeterince aydınlatılma kullanılmayan sahnelerde birbirine karışarak algıyı zorlaştırması kaçınılmazdı.
Akla, "12.000 yıl önce insan dokuma yapmaya başlamış mıydı?" sorusu gelebilir. Kaynaklar ilk dokumanın Konya’nın Çumra ilçesindeki M.Ö. 9000 yılına tarihlenen Çatalhöyük’te yapılan bir kazıda dünyanın ilk kumaşının bulunduğunu yazdığına göre, Göbeklitepe çevresindeki ilkel topluluklar da o dönemde bunu becerebilmiş olabilirler. Ama şu ana kadar arkeologların rastladığı bir kumaş buluntusu yok.
Çıkışta bir okurumun sorduğu “O dönemde Anadolu'da aslan-kaplan var mıymış ki, kostümlerde bunların postları kullanılmış?” sorusu başkalarının da aklına gelebilir. Evet, tasarımcının bolca kullandığı başta leopar olmak üzere hayvan postu imitasyonları, o dönemin bir gerçeği. Yıllar içinde soyları tükenmesine karşın Anadolu'da, hala tek-tük örneklerine rastlanıyor ve bunlar bazen kurulan foto-kapanlara yakalanıyorlar.
Aba; Ferda Yetişer
Giysilerde, yapıtta yer alan 4 temel kişiliğin karakterlerinin yansıtılması bağlamında da yeterli çaba gösterilmişti. Özellikle dönemin şamanı, bilgesi veya büyücüsü olarak nitelendirilebilecek Aba ile haşin avcı Agam'ın giysi ve aksesuarları bu anlamda başarılıydı.
ÖYKÜ VE LİBRETTO
Yapıt için yazılmış olan öykü, üzerine inşa edilmeye çalışılmış libretto ile bazı mantıksal çelişkiler taşısa da, akış anlamında rejisöre yol göstermek anlamında yeterliydi. Belirtilmemekle ve hiçbir tarihsel bilgi verilmemekle birlikte, M.Ö. 10.000 yıllarında Göbeklitepe çevresindeki insanların yaşam biçimi içinde, sonu trajediye dönüşen bir aşk öyküsü anlatılıyordu. Öyküde dönemin toplayıcı-avcı topluluklarının inanç biçimleri de yansıtılmaya çalışılıyordu.
Ama öykünün librettolaştırılması sırasında özü aktarma anlamında yeterli ve besteciye, okuyuculara kolaylık yaratacak bir çalışma yapılamadığı anlaşılıyor. Türkçe ifade ve cümle yapısı bozuklukları, seçilen sözcüklerin prozodi anlamında yarattığı güçlükler, uzun cümleler, belli ki besteciye ve şarkıcılara hayli güçlük çıkarmıştı. Yukarda üst yazıda akan Türkçe metinle, sahnedekilerin söyledikleri arasında, tıpkı Troya'da olduğu gibi bazı düzeltmeler olduğunu gördük.
Günümüz Şanlıurfa'sının Göbeklitepe'sinde, eski Ahit'teki Nuh Tufanı'ndan bile 6000 sene öncesindeki ilk inanç sisteminin doğuşunu anlatmak iddiasında olması gereken bir metinde, “deniz” kavramının kullanılması, librettonun elde edilebilmiş tarihsel, jeolojik ve antropolojik gerçeklerle yeterince örtüşmediğini gösteriyor.
NE BU AWİ ASHAR?
Öykü ve librettoda ana karakterlere seçilen adların antik Luvi dilinden alındığını, yapıtı izledikten sonra yaptığım araştırma sonucu saptayabildim. Avva ile herhalde Havva'ya gönderme yapılıyordu. Taru'nun ise İbrahim peygamber'in dedesinin adı olan “Taruh”dan esinlerek alındığı anlaşılıyordu.
Librettoda yer verilmiş, koronun sıkça tekrarladığı, üst yazıya bazen “Ari Ashar”, bazen “Awi Ashar” olarak yansıtılan sözcüklerin doğrusunun “Awi Ashar” olduğunu, Luvi dilinde “ Gel, Kan” anlamına geldiğini de aynı şekilde temsili izledikten sonra yaptığım araştırma sonucu öğrendim. Bu kan dökmeye bir çağrı ifadesiydi. Tapınaktaki ayinlerde sunakta kurban edilenlerin kanı kastediliyor olmalıydı. Bu bilgiye ulaştıktan sonra, yapıtın alt başlığının “Mabedin Hüznü” yerine “Tapınaktaki Kan” olması daha uygun düşmez miydi? diye düşünmeden edemedim.
Ateş ..... ve ölüm...
Temsil için bastırılmış büyük boy Türkçe-İngilizce kitapçıktaki özgeçmişe göre, “baş libretist” olarak nitelendirilen ODTÜ mezunu mühendis Burcu Kılınç Kızıltepe (d.1984), “bankacılık sektöründe kurumsal mimari alanında” çalışıyordu. Oxford Üniversitesi'nde “ileri düzey yaratıcı yazarlık dersleri” almış. İkinci libretist Hacer Buyruk (d. 1969) ise özgeçmişinde kamu yönetimi okuyup mezun olamadığını, şiirlerinin yayınlandığını, edebiyat ödülleri aldığını belirterek “Yazın ve düşünce dünyasında editör, münekkit olarak çalıştı” ifadesine yer vermişti. Bir internet sitesini adres göstererek şöyle diyordu:
“Ayrıca, sayılardan ve sıfatlardan münezzeh özgeçmiş, özde geçmeyeni okumak isteyenler için hakkında şunları yazdı:”
Vakit bulduğumda o adrese giderek Hacer Buyruk'un “kavram ve imge”yi nasıl aşmayı denediğini okuyacağım.
BESTE, MÜZİK ve SOLİSTLER
Can Atilla (d.1969), özellikle New Age tarzı, uluslararası ses bankalarınındaki sample'ları kullanarak yaptığı albüm ve sahne müzikleriyle tanınan bir bestecimiz. Klavye ve bilgisayarının başında nasıl bir besteleme süreci yaşadı bilmiyoruz ama sonuca baktığımızda, ezgisel, tonal, yer yer değişik renklerin algılandığı ancak bütünlüğü olmayan fragmanlar halinde bir müziğin ortaya çıktığını gördük. Genelde film müziği havasında, iniş ve çıkışları fazla, bazı bölümler senfonik ağırlıklı, bazı bölümler ise müzikal çağrışımı yapan eklektik bir müzik.
Bu müziği icra eden Ankara DOB Orkestrası'nı, şef Tolga Taviş (d. 1980) yönetiyordu. Konzertmeister sandalyesinde, bu yıl emekliye ayrılması beklenen Tayfun Bozok, yardımcısı olarak da Erkin Onay oturuyordu. Orkestra tüm gruplarıyla, hayli dolu olan partisyonun altından başarıyla kalkarken, Tayfun Bozok her iki perdede yer alan birer keman soloyu ustalıkla seslendirdi. Hele birinci perdedeki solo, kısa ama hayli “deli” hâtta “şeytanî” olarak nitelendirilebilecek bir soloydu.
Avva ile Taru; Seda Ayazlı,Emre Akkuş ve dansçılar.. Agam;Şafak Güç
Bu ilk temsilde, dört temel rolde, soprano Seda Aracı Ayazlı (Avva), mezzosoprano Ferda Yetişer (Aba), tenor Emre Akkuş (Taru), bas Şafak Güç (Agam) sahneye çıktılar. Tıpkı Puccini gibi, Can Atilla da librettonun elverdiği ölçüde en güzel aryaları tenor için yazmıştı. Ankara'da son dönemin iyi tenoru olarak rollerde genellikle ilk kasta yazılan, Aşk İksiri'ni tek kast götüren Emre Akkuş, 3000 kişilik kongre salonunun arkalarında nasıl duyuldu bilemiyorum ama, volümlü sesiyle iyi iş çıkardı. Rolüne hem ses, hem sahne olarak çok yakışan Ferda Yetişer de övgüyü hak etti. Avva'da Seda Aracı Ayazlı rolünün gereğini yaparken, son dönemde bas rollerinde hep ilk kasta yazılan bas Şafak Güç, sahnesiyle ve sesiyle göz doldurdu.
Genel Müdür Karahan, 13 Ocak basın toplantısında bir soruya “bu yapımda büyük olasılıkla kendisinin sahnede yer almayacağı” yanıtını vermiş ancak “Gene de belli olmaz, bakarsınız sanatçı yanım depreşir, çıkıveririm” diye açık kapı bırakmıştı. İlk temsilde sahneye çıkmadı ama temsil kitapçığındaki genel kast listesinde Taru rolü için ilk sırada kendisi yer alıyor, üçüncü isim olarak da Antalya Operası'ndan Koray Damcıoğlu bulunuyor. Bakalım Mart veya Nisan ayında verilmesi muhtemel temsillerde sahneye çıkacak mı? Bu ay başka temsil yok ve Mart ayı programı da DOB web sitesinde henüz açıklanmamış durumda.
KOREOGRAFİ
İki perdelik Göbeklitepe'nin neredeyse yarısına yakın bölümünü oluşturan dansları, şu sıralar aynı zamanda Genel Müdür Yardımcısı Vekili olan, bir dönemin başbaletlerinden Volkan Ersoy hazırlamıştı.
Solo dansçı olarak, tıpkı Troya'da olduğu gibi, adı prim yapan Tan Sağtürk davet edilmişti, dinamik ikili dansları ise Mine İzgi ile Umutcan Arzuman sundu. Danslar neoklasik ve modern ağırlıklıydı, çoğunluk grup danslarıydı. Yapıtın görsel sürükleyicisi zaten danslar oldu.
Bazı toplu dansları seyrederken, bu türün başarılı isimleri kıdemli koreograflar Mehmet Balkan ile Uğur Seyrek'in kulaklarını çınlattım. Genç kadro toplu danslarda ve adımlarında uyumluydu. Volkan Ersoy, danslarda “tapınma” mesajını veren hareketleri yakalamıştı.
KORO
Sahnedeki koro 60 kişi kadardı. Yapıtın girişinde ve finalinde karma koro kullanılmıştı. Giampaolo Vessela'nın çalıştırdığı koronun girişteki seslendirmesinde, metinde prozodi sorunu ve orkestranın güçlü sesini aşamaması gibi sorunlarla olsa gerek, sözler anlaşılamadı. Sözsüz vokal gibi duyuldu.
Eserin içinde iki yerde tekrarlanan müzikal tarzı kadınlar korosu, belki de Göbeklitepe'nin tek “neşeli” yanıydı. Koro, çoğu operada rastlanacağı üzere, yapıttaki figürasyonu da üstlenmişti. Dansçılarla birlikte eserin görsel yükünü taşıdılar.
Baş libretist Burcu Kılınç Kızıltepe(kırmızılı), rejisör Gürçil Çeliktaş, pelerinini savuran Can Atilla
SELAM
Arayla birlikte iki saatlik süreyi aşan iki perdelik eser tamamlandığında hazırlanan sıraya göre sanatçılar dinleyiciyi selamladılar. Sahneye kimlerin çıktığı üstyazıda belirtildi. 13 Ocaktaki tanıtım basın toplantısına katılmayan, besteci Can Atilla'nın gelip gelmediğini merak ediyordum. Adı üstyazıda yandı ve kara pelerinini savurarak gelip, her zamanki “havalı” duruşuyla selamını verdi.
Murat Karahan ile Can Atilla elele selamda...
Genel Müdür Karahan da yazısında belirttiği üzere “kreatör ve sanat yönetmeni” sıfatıyla gelerek selama katıldı ve ardından, bakanlıktan temsile geleceğine dair yapılan açıklama iptal edilen Kültür ve Turizm Bakanı'nı sahneye aldı. Herhalde Külliye'deki toplantısı nedeniyle Bakan, temsil sürerken gelebilmişti. Sahnede herkesi tek tek kutladı.
Congressium'un salonu boşalırken, fuayede bazı seyircilerin izlerken “sıkıldıklarını” ifade etmeleri boşuna değildi. Göbeklitepe konusunda mutlaka bir sahne “şovu” yapılmak zorunluluğu var idiyse, iki perde yerine tek perde olarak, 90 dakikalık, daha bütüncül, tekrarlardan kaçınan, daha anlaşılır bir librettoyla yola çıkılabilirdi. Böylece konunun kendinden de kaynaklanan tekrar ve monotonluklardan arınmış, daha etkileyici ve öğretici bir iş ortaya çıkabilirdi. Tanıtım sırasında eserin “çocuklara da hitap edeceği” söylenmişti ama, bu haliyle pek mümkün görünmüyor.
PROGRAM DERGİSİ
Her yapıt için hazırlanan “Program Dergisi” veya “Program Kitapçığı”, 22x22 cm ebadında kare biçiminde, renkli, karton kapağı hariç 86 sayfa kuşe kağıda basılmıştı. Troya'nınki gibi, diğer temsillerde kullanılandan büyüktü ama içerik olarak yetersizdi.
Bu kitapçıklar kurumun bir “dramaturg”u tarafından hazırlanır, dönem hakkında ilgili bilim ve sanat insanlarından yazılar istenir, ya da daha önce yazılmışları bulunur ve kullanılır.
Bakan Ersoy da selama böyle katıldı.
Diyelim ki Göbeklitepe hakkında televizyonlarda sadece birkaç haber izlemiş bir kişi temsile geldi, bu kitapçığı da aldı. İçinde Göbeklitepe'ni ne olduğu, tarihi, günümüze kadar elde edilen buluntular, bilgiler hakkında tek satır bulunmuyordu. Sadece Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Mehmet Nuri Ersoy ile Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Murat Karahan'ın birer yazısı ile “yaratıcı kadro”da yer alan kişilerin özgeçmişleri, arkada ise AnkaraDOB'un tüm emekçi kadrosunun isim listesi yer alıyordu.
Genel Müdür Karahan yazısının bir bölümünde şöyle diyordu:
“Adım adım bir Türk Opera Markası oluşturma yolunda ilerlerken Troya Savaşı ve Milli Mücadele dönemlerimizin konu edildiği 'Troya' ve 'Yeniden Doğuş' operalarından sonra diğer bir adımımızla ivmeyi yükselterek 2020 yılına damgasını vuracak yine büyük ve çok özel bir eserle, sizlerin karşısındayız. “Göbeklitepe-Mabedin Hüznü” epik operası. Proje kreatörlüğünü ve sanat yönetmenliğini yapmaktan onur duyduğum Göbeklitepe Operası bizim yüz akı eserlerimizden biri oldu.”
İlk temsilde sahnede olacak kastın listesinin yer aldığı renkli kağıda basılı listede ise, her zamankinin aksine “Ankara Devlet Opera ve Balesi ve Korosu” ibaresi ile konzertmeister'in adına yer verilmemişti.
OCAK'TAKİ LİBRETTİSTE ŞUBAT'TA NE OLDU?
13 Ocak'taki basın toplantısına katılan ve Göbeklitepe'nin libretisti olarak takdim edilen Lütfü Erol, konu ve sözlerin yazımında kendisine ek olarak üç kişilik bir ekiple ayrıntılı bir tarih ve antropoloji çalışması yaptıklarını anlatmıştı. 18 Şubat'taki ilk temsilde ise ne adı vardı, ne de kendisi... Bir ay içinde ne olmuştu?
Fuayede sorduğum bir yetkili “Kendi isteğiyle çekildiğini yazılı olarak bildirdi” dedi. Arkeoloji, sanat tarihi ve müzik eğitimli Lütfü Erol'u arayarak sorduğumda, edindiğim bu bilgiyi doğruladı, “tüm fikrî hakları saklı kalmak kaydıyla” çekildiğini, adının da hiçbir basılı kağıtta yer almasını istemediği belirtti. Kendi ağzından yazılmak üzere söyledikleri de şunlar:
“Bu eserin sahne öncesi bütün çalışmalarından sorumluyum; basın sunumunda da ifade ettiğim gibi 8 ay emek vererek bu çalışmayı gerçekleştirdim. Lakin benim sunduğum eserin sahneye taşınma şekli, uygulanmaya dönük Genel Müdürlükten ve rejisörden gördüğüm olumsuz yaklaşım gibi nedenlerle, benim projelendirip sunduğum haliyle yapılmadığından, sahneye tarafıma hiç bir şekilde danışılmadan hazırlandığı için; üstelik yazarları arasında olduğum libretto kendilerince revize edilip bana librettoyu onarma olanağı bile verilmediğinden, çekildim. Sahneye çıkan halinde libretto da dahil hiç bir sorumluluğum yoktur, çünkü kullanılan libretto benim önerdiğim değildir; o iki ismin librettosudur.”
Anlaşılan, bir yeni yapıt olarak Göbeklitepe'nin doğumu bir hayli sancılı olmuştu. Eserin çıkışının çok kısa bir süreye sığdırıldığı belliydi. Umarım bu yeni bebeğin doğumu sırasında çekilen sıkıntılar, büyütülmesi çabaları sırasında da devam etmez, herşey tatlıya bağlanır!
ŞEFİK KAHRAMANKAPTAN
20 Şubat 2020, Ankara
Temsilden canlı sahne fotoğrafları: Ş. Kahramankaptan