Bu operanın sahnelenebilmesi için az-buz beklenmedi! Libretto üzerinde Ekrem Reşit Rey’in (1900-1959) kalem oynatmaya başlamasının üzerinden tam 83 yıl geçmişti, “biraderi” Cemal Reşit Rey’in besteyi tamamlamasının üzerinden tam 50 yıl…
Çeşitli talihsizlikler yaşadı bu opera, kaç kez girişimde bulunuldu, sanatçılar çalışmaya başladı ama nafile. Ya müdürler değişti, ya eser zor geldi. Notalar kayboldu sanıldı, sonra opera kitaplığında olduğu ortaya çıktı, eksikleri tamamlandı. Ankara’da yoğun bir yağmurda binayı sel bastı, sular gidip CRR’nin notalarını buldu! Şansa bakın ki, prömiyer günü Ankara’da yoğun yağış vardı ve temsil sırasında da dışarda şimşekler çakıp, gene yağmur yağıyordu.
Karlıbel, Sağtürk,Çeliktaş,Kahramankaptan, Aksu ve Karakelle
Eserin bazı bölümlerinin piyano redüksiyonundan orkestra partilerini yazan Cemal Reşit Rey’in (1904- 1985 ) öğrencisi Aydın Karlıbel’le (d. 1957) fuayede buluştuk. İstanbul Operası’ndan emekli tasarımcı İsmail Hakkı Aksu da sırf bu eser için kalkıp gelmişti. Rejisör Gürçil Çeliktaş, orkestra şefleri Rustam Rahmedov ile Can Okan, ardından Ankara Müdürü Mithat Karakelle ile Genel Müdür Tan Sağtürk’ün gelişiyle sohbet koyulaştı.
Karlıbel, Rahmedov ve Çeliktaş, temsil öncesi fuayedeki sunumda.
Fuaye kalabalıklaştığına, Karlıbel, Rahmedov ve Çeliktaş Cumhurbaşkanlığı Locası önündeki sahanlığa alınarak dinleyiciye hitap ettiler. Hem bilgi verdiler hem de duygularını yansıttılar.
Dört perdelik, yaklaşık 4 saat süren opera, rejisör ve orkestra şefinin çalışmasıyla toplam iki saatlik iki perdeye indirilmişti. Kısaltma haklı gösterilebilir, günümüzde dinleyicinin öyle 4 saatlik eserlere tahammülü kalmadığı gibi, orkestranın, solistlerin ve koronun da bu süreyi CRR’nin zor müzikleriyle kaldırabileceği şüpheliydi.
KARLIBEL’E ŞÜKRAN
Genel Müdür Tan Sağtürk, perde açılmadan sahneye gelerek okuduğu konuşmasında “Müzikal dili ve melodik yapısıyla Türk operasının gelişim sürecinde önemli bir kilometre taşı olduğunu” belirterek "Bu eser, Ata'mızın mirasına sahip çıkma girişimidir” dedi. Dünya çapında beğeni toplayabilecek bir prodüksiyon olarak nitelendirdiği operaya Çelebi adının “ Osmanlı döneminde bilim, sanat ve edebiyata meraklı, kültürlü ve zarif insan tipi”ni tanımlamak amacıyla kullanıldığına işaret etti. Sağtürk, bestecinin sağlığında eserin üçüncü ve dördüncü perdelerinin eksik bölümlerini tamamladığı ve 430 sayfalık piyano-şan partilerini temize çekerek, basıma hazır hale gelmesini sağladığı için Cemal Reşit Rey'in öğrencisi Dr. Aydın Karlıbel'e teşekkür etti. Salon Karlıbel’i alkışlarla karşıladı ve O da oturduğu ön sıradan geriye dönerek alkış sahiplerini selamladı.
EKLEKTİK BİR YAPI
Perde açıldığında, Yeniçeriler Korosu’nun uygun adım gelip yerleşmesi ve ardından türkü düzenlemelerinin geldiğini görünce içimden “Eyvah” demek geldi. Ama oyun ilerledikçe orkestranın çaldığı bölümlerin gayet modern, icrası zor nitelik taşıdığını gördük. Rey, bazı bölümleri Richard Strauss, Richard Wagner tarzında yazmıştı, bir bölümde sıkı bir Claude Debussy etkisi hissediliyordu. Hepsi de müthiş müzikler. Ancak geneline baktığımızda karşımızda “eklektik” diye nitelendirilebilecek bir yapı bulunduğunu gördük. Adeta, değişik kumaş parçacıklarından işlenmiş “patch-work”ler gibi. Üstelik bu yapı, bazı sahnelerde sahne üstü ile orkestra çukuru arasında da gözlendi. Aşağıda çağdaş çoksesli bir müzik çalıyor, sahnede ise reçitatifler, ensemble’lar, aryalar var. Akla taa Osmanlı’dan bu yana kullanılan bir deyimi, “altı kaval, üstü şeşhane”yi getiren bir durum sözkonusuydu.
Rejisör selama elinde CRR partitürüyle çıktı ve yan duvara yansıtılan besteci portresini işaret etti.
Cemal Reşit Rey’i eleştirmek haddimize düşmez ama, tarihsel perspektifte bakıldığında doğrusu bu yaklaşımını fazlaca yadırgamak mümkün değil. Kudüs’te doğmuş, müzik öğrenimini Fransa’da yapmış, genç yaşında aldığı çağrı üzerine ülkesine öğretmenlik yapmak üzere dönmüş Rey’in Türk halk ve makamsal müzikleriyle tanışması İstanbul’da olmuştur. Erken Cumhuriyet Döneminin genel havası içinde, bazı meslekdaşlarının getirdiği elle notaya alınmış türküler üzerinde çalışmış, Anadolu havalarının orkestrasyonlarının nasıl yapılabileceğini araştırmıştır.
Nitekim, Çelebi’yi sahneleyenler, eseri kısaltırlarken özgün partitürdeki 1. ve 2. perdelerin birleştiği yere, erkekler korusunu çıkarıp Rey’in Türkiye Senfonik Şiiri’nden 10. Bölüm Allegro giocoso ile Katibim Çeşitlemeleri Piyano Konçertosu’ndan orkestral bir bölümü yerleştirip, bağlantıyı bestecinin bu yanını da sergileyerek kurmuşlardı. Bu eklentilerin dekor değişiminin sağlanması için yapıldığını biliyoruz. Dekor değiştikten sonra ise yapılmış eklenti “Ruh-u Revan” başlığı altında baleci bir çiftin padedö’sünün yer almasıydı. Aslında özgün yapıtta böyle bir ad ve dans bulunmuyordu ama sahneye koyucu bu çifti böyle adlandırmayı uygun görmüş olmalıydı. Ruh-u Revan’ın anlamı, ruhun yürüyüşüdür.
O yıllarda Ankara’da daha yeni oluşturulmuş konservatuvarın sınıflarında opera sanatçılarının yetiştirilmeye çalışıldığını, o tarihe kadar Türk sanatçı ve topluluklarınca daha çok operet tarzının sahnelendiğini, Rey Kardeşlerin 1938-42 arasında radyo görevleri nedeniyle Ankara havası teneffüs ettiklerini de dikkate aldığımızda, Paris’teki görgüsüyle CRR’in 1942’den 1975’e kadar geçen süreçte ortaya böyle eklektik bir opera çıkarmasını fazla yadırgamamak lazım. Daha bestecinin el değmemiş operaları var, acaba onların özgün kurguları nasıldır? El değerse görebiliriz.
MEKANLAR NERESİ?
Gelelim, ilk temsile: Sahne tasarımıyla başlayalım. Tasarımcı kendi başına hareket etmez, onu rejisör yönlendirir. Yapıtı nasıl sahneleyecekse, hangi dönemde yansıtacaksa, sahne üstünde hangi akış ve hareketlere yer verecekse anlatır, tasarımcı da buna uygun bir çalışma yapar. Özgür Usta, bu yönde çalışarak, iki temel sahne hazırlamıştı.
Birincisi; önlerdeki izleyiciyi rahatsız edecek derecede “şırıl şırıl” akan bir çeşmenin ortada yer aldığı, arka fonunda Selimiye Camii silüetinin göründüğü, temel karakterlerden Fatma ve ailesinin evinin bulunduğu yüksek duvarlı bir bahçe.
İkincisi ise; Çelebi’nin evi ile Sadrazam’ın buluşma evi. Bunlar aynı temel üzerinde bazı değişikliklerle düzenlenmiş ve farklı mekân havası verilmiş. Özgür Usta, belli ki Lale Devri’ni incelemiş, kullanılan renkleri, süslemeleri etüd ederek sahneleri ortaya çıkarmış. İncelikli, zahmetli bir çalışma.
Giysilerde de aynı özen seziliyor. Renkler, başlıklar, kumaş seçimi, Lale Devri “moda”sının, özellikle kadın kişiliklerin üzerlerinde yansımasını sağlıyor. Gazal Erten, araştırma- eskiz- uygulama aşamalarındaki titizliğini göstermişti. Ali Gökdemir’in ışık çalışması da, sahnelerin algılanmasına yeterince yardımcı oluyordu.
ÇALIŞMAYAN BAKANLIK BULUTU
Reji ve kısaltmalara gelince, doğrusu hangi endişelerle hareket edildiğini görüşme imkânım olmadı. Ama Ekrem Reşit Rey’in librettoyu yazarken kullandığı temel iki öyküyü bildiğim için özellikle, mekânsal tanımsızlık dikkatimi çekti.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Bulut Sistemi’ne yüklenmiş kitapçığa da ne opera fuayesinde, ne de gece güçlü internete sahip çalışma ofisimde ulaşabildim! Karekod çalışıyor ama dosya inmiyor! Yani Bakanlığın linki çalışmıyor!
Orada konuyu nasıl yazdılar acaba? Görmek mümkün olmadı. Malum “tasarruf” gerekçesiyle kitapçık dijital olarak hazırlanıyor ama bastırılıp fuayede satılmıyor. Onun yerine gecenin rol listesi çıktısı fuayede “bedava” dağıtılıyor. Altında da kare kod var ama işe yaramıyor!
İLTİFATKAR BİR ÇAPKIN
Özgün iki öyküden biri, Ekrem Reşit Beyin radyoda bir skeçte dinlediği, 18. yüzyılda yaşamış hafif meşrep bir kadının evine mahalleli tarafından yapılan bir baskın. İkincisi ise değişik kişilerden dinlediği Küçük Müezzin Çelebi Mehmet Efendi’nin hikayesi.
Cemal Reşit Rey bunu şöyle anlatmıştı: “Edirneli bir gençmiş bu. Sesi o kadar güzelmiş ki kendisine İstanbul'a gitmesini tavsiye etmişler, himaye görsün, demişler. Adam gelmiş, saraya girmiş, padişahın yakınları arasına geçmiş, nihayet başmüezzin ve başhanende olmuş. Yalnız küçük bir kusuru varmış: Hanımlara çok düşkünmüş, kendisi de çok yakışıklı bir adammış. Sarayda ne kadar hanım varsa baştan çıkartmış. İş o dereceye varmış ki padişah onu Konya'ya sürmüş. 25 sene orada kalmış. Ancak padişah değiştikten sonra İstanbul'a dönebilmiş. Ama çok sürmeden vefat etmiş.”
Sahnede fonda Selimiye Camii silüetini gördük ama kimse Çelebi’nin “müezzin” olduğunu anlamadı! Temsilde kendisi daha çok “güzel sesli, iltifatkâr bir çapkın” olarak algılandı. Hanendeliği de Şehnaz Buselik Semai eşliğinde, bir kuple söylemesiyle anlaşıldı.
Hikâye sanki tümüyle Edirne’de mi geçiyordu? Oysa Lale Devri’nde Osmanlı’nın başkenti 1453’te Fatih’in fethinden sonra çoktan İstanbul’du. Rejisör mekânsal tanımdan kaçınarak hikayenin yaşandığı yeri ve devri soyutlamış.
HAKİKİ KÜÇÜK MÜEZZİN KİMMİŞ?
Merak bu ya, Küçük Müezzin Çelebi Mehmet Efendi de hayalî bir kişilik midir, yoksa yaşamış mıdır, diye araştırdım. Bakın TDV İslam Ansiklopedisi’nde nasıl anlatılıyor:
“İstanbul’da doğdu. Küçük yaşta saraya alındı ve Enderun’da yetişti. Burada sesinin güzelliğiyle dikkati çekerek Enderûn-ı Hümâyun müezzinleri arasına girdi. Sonraları padişah huzurunda icra edilen küme fasıllarının hânendeleri içerisinde yer aldı. II. Mustafa’nın tahta geçmesi üzerine (1695) önce musâhib-i şehriyârî oldu, ardından Anadolu muhasebeciliğine tayin edildi (1695). Mehmed Efendi’nin II. Mustafa ile beraber Edirne sarayında bulunduğu bir sırada Sadrazam Amcazâde Hüseyin Paşa’nın kendisini padişaha şikâyet etmesi yüzünden saraydan uzaklaştırıldı. Anadolu muhasebeciliğinden de azledilen Mehmed Efendi İstanbul’a gönderildi ve evinde ikamete mecbur edildi. Bundan sonraki hayatını da mûsiki toplantılarının saygın bir kişisi olarak devam ettirdi ve Edirne’de vefat etti.”
Eh, Ekrem Reşit Beyin, bir profesyonel libretto yazarı olarak, yaşanmışlıkları birebir aktarmak yerine, esinlenerek kendi hikayesini ortaya koymasından doğal bir durum olamaz.
TİZLERİ DEVİREN SOLİSTLER
Solistlere gelince, Çelebi’de deneyimli tenor Aykut Çınar, sesi ve sahnesiyle rolünün hakkını verdi. Fatma’da soprano Seda Aracı Ayazlı zor partilerini başarıyla seslendirdi.
Tahsin Efendi, Rebeka ve Sadrazam
Rebeka’da soprano Nihan İnan Özbayrak sesi ve sahnesiyle çıkışını sürdürmekte olduğunu gösterdi. Safiye’de Damla Kışlalı, kırmızı giysisi içindeki duruşu, kısa partilerinde zor tizleri başarıyla seslendirmesiyle dikkati çekti. Atiye’de soprano Özge Türkoğlu, Zübeyde’de mezzo soprano Evren Gökoğlu, Çelebi’nin deyim yerindeyse “harem”ini tamamlayan isimlerdi. Rebeka’nın annesi Perla’da izlediğimiz konuk soprano Başak Tatar Özdemir, bu anne rolü için göze hayli genç ve çelimsiz göründü.
Oysa soprano Huriye Apaydın, Fatma’nın annesini fiziken de temsil ediyordu.
Hasan Çavuş, selamda
Tahsin Efendi’de komik tenor olarak Haser Tek, Sadrazam’ı oynayan bas bariton Erdem Baydar’ı güldürürken, bariton Kamil Kaplan Hasan Çavuş rolüne yakışmıştı. Fatma’nın babası rolünde bariton Levent Akev, yılların deneyimini rolüne taşıdı.
Ruh-u Revan’da genç çift Defne Eren ile Alp Yazganarıkan, Nilgün Bilseller Demirel’in zarif koreografisini aynı zerafetle sundu.
KİM BU KIŞLALI?
Başlıca rollerdekilerden bir sopranonun (Safiye) soyadı dikkati çekici: Damla Kışlalı. Mesleki yaşamımda önemli yeri olan rahmetli Mehmet Ali Kışlalı ile teröristlerce hunharca yok edilen sevgili dostum, eski Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı’nın yeğeni, rahmetli mühendis Mahmut Tankut Kışlalı’nın kızı. Sadece bakanlığı döneminde değil, öğrenciliğinden itibaren operanın sürekli izleyicisi olan A. T. Kışlalı, bu temsili izleyebilse nasıl da kıvanırdı yeğeniyle.
Damla Kışlalı, kendisini üçlü kastta prömiyer gecesine seçilecek kadar geliştirmiş, çalışkan bir soprano olmasına karşın, halen “figüran” kadrosunda sahneye çıkartılıyor. Elbette vardır bir hikmeti! Ama hikmetinden sual de olunmalı!
Başkemancı Deniz Aydın ve Şef Rustam Rahmedov selamda
AŞKABAT’TA PİYANİST, ANKARA’DA ŞEF OLDU
Orkestra, Rustam Rahmedov’un yönetiminde müziğin altından iyi kalkıyor. Rüstem’i, Türkmenistan’dan gelip Bilkent MSSF’de derslerde piyano eşliğiyle çalışmaya başladığı günlerden itibaren tanır ve izlerim. Çok yetenekli bir müzisyendi. Piyanoda virtüoz düzeyindedir, önemli yarışmalar kazanmıştır, klasikten caza her türlü solo ve topluluk icrasında başarılıdır.
Ankara’da Işın Metin’in öğrencisi olarak şeflik çalışmaya başladı, yüksek lisansını yaptı. Bu alanda da hızla ilerledi ve önce Mersin, bu sezonda da Ankara Operası’nda görev yapmaya başladı. Doğrusu, bu yoğun müzik yazısını iyi çözmüş ve temsilde de müzik istenen biçimde aktı.
İvan Pekhov’un hazırladığı koro, esas kendini göstereceği bölümler çıkartılmış olduğu için, girişteki erkekler korosu ve kadınların da katılımıyla söylenen türkülerle dikkati çekti.
Final sahnesi: Çelebi'nin ölümü ve kadınları
GÖÇ YOLDA DÜZÜLÜR MÜ?
Lafta değil, gerçekten zor bir yapıt olan Çelebi’nin sahnelenmiş olmasını çok önemsiyorum. Bu tür eserlerin gişe yapıp yapmaması hiç önemli değildir. Önemli olan, yıllarca efsaneye dönmüş, sürekli konuşulmuş bir operanın sahnelenebilmiş, günümüzün dijital ses ve görüntü sistemleriyle kayıt altına alınabilmiş olmasıdır. Bu Türk Opera Arşivi ve konservatuvarlardaki şan bölümlerindeki eğitim açısından önemli bir kazanımdır. Dolayisiyle bu meşakkatli çalışma için Ankara Müdürü Mithat Karakelle’nin şahsında tüm yaratıcı kadroyu kutlamak boynumuzun borcudur.
Genel Müdür, selamda kocaman bir kalp işareti yaparak orkestraya teşekkür ediyor.
Bu sezon 4 temsil daha yapılacak ve 2025-26 sezonunda da sahneleme sürdürülecek. Acaba yaratıçı kadro, yaklaşık 30-40 dakikalık bir eklemeyi göze alabilir mi? Yerine dekor değişimi için müzik ve bale yerleştirilmiş erkekler korosu, eve mahalleli baskın sahnesi, finaldeki Melekler korosu, yaz arasından yararlanılarak çalışılabilir ve temsile eklenirse, evet belki biraz uzayacaktır ama operanın özgün haline daha yaklaşılacaktır. Malum, bizde “Göç yolda düzülür” diye bir deyim vardır. Bakalım Çelebi yoluna başladığı gibi mi devam edecek, yoksa kapsamı biraz da olsa genişletilecek mi?
ŞEFİK KAHRAMANKAPTAN
20 Nisan 2025, Ankara
Fotoğraflar: Ş. Kahramankaptan