Arka planda, içeride, Chagall’in fresklerinin görülmesini sağlayan cam ve mermerden oluşan devasa kemerleriyle; önünde Lincoln Center’ın çevrelediği büyük meydanıyla, en büyük değilse bile, şüphesiz en büyük kültür merkezlerinden birinin parçası olan New York’taki Metropolitan Operası (MET), opera severlerin en gözde mekânlarından biri olmayı sürdürüyor. Aynı zamanda, Mariinsky’nin Okyanus ötesindeki büyük rakibi.
“Büyük” yapımlarıyla, yıldızlar geçidiyle tanınan; her akşam ve hatta hafta sonu bir günde iki farklı yapımı gerçekleştirebilen dev bir makine bu. MET’den fabrika diye söz etmek de yanlış olmaz: 1600 civarındaki sabit personeli; 3800 koltuğu; 2011 yılı itibariyle, yıllık bütçesi 324 milyon dolara ulaşan; her yıl ortalama ( 6’sı yeni olmak üzere) 24 yapımın sergilendiği; haftada yedi kez perde açan bir fabrika. Bütçenin büyük kısmı bilet satışları ve sanatseverlerin bağışlarından oluşuyor. Bağışçı ağırlıklı sistem çok güzel işleyen bir mekanizma: özel veya tüzel kişiler için operaya bağış yapmak bir yarış konusu bile oluyor. Ama bu yardımlar ölçüsünde, MET’den beklentiler de büyük. Direktör Peter Gelb ABD’den başlayarak dünyaya yayılan ekonomik krizden, Avrupa’daki (özellikle de İtalya ve İspanya) opera evlerinin etkilendiği gibi etkilenmediklerini övünçle söylüyor, ama ekliyor: “Hiçbir surette yapımlarımızın niteliğinden feragat etmedik; yüksek olan beklentileri boşa çıkarmadık.” Yıllık program hazırlıklarında bağışçılara da danışıldığı, en azından taslağın kendilerine sunulduğu anlaşılıyor. Bu da bir tür baskı anlamına geliyordur mutlaka. Bununla beraber, ortaya çıkan yapımların niteliği dikkate alındığında, bu baskının bir motivasyon etkisi yarattığını düşünmeli.
Peter Gelb’in rejisör ve yapım seçimi metodu ilginç: izleyicisinin beklentilerini boşa çıkarmamak, zaman kaybını önlemek ( çok sayıda temsil; yoğun provaların yarattığı sıkışıklık) bakımından, başka ülkelerde, özellikle de Avrupa’da daha önce sahnelenen, bir başka ifadeyle “denenen” yapımlara öncelik tanıyor. Ve ağırlığı, bu şekilde, yıldızlara verebildiğini; böylelikle de bu “yıldızların” rejisörlerin yeni deneme eğilimleriyle zaman kaybetmediklerini; yoğun programı olan sanatçılar için bunun bir rahatlama olduğunu ifade etmiş. MET sahnesinde yer almak bir itibar konusu. Yapım ne olursa olsun. Buna ilaveten, 2006 yılı sonlarından bu yana temsillerin naklen, dünya sinema salonlarında gösterilmesi konusu da var. Sanatçılar için önemli bir fırsat. Bütçeye getirisini de unutmamalı. Salona 10, kulise 2 kamera yerleştirilerek, canlı yayın yapılabiliyor. “MET Lİve HD” adını verdikleri yayının amacı, ilk başta, daha fazla izleyici çekmek; izleyici profilini çeşitlendirmek iken, 2011 yılı sonunda 17 milyon dolar net kar ile kriz döneminde beklenmedik bir gelir sağlanmış. Canlı yayınların bir başka ilginç yanı da, perde aralarında, ünlü bir ses sanatçısının eserdeki sanatçılarla söyleşi yapmaları. Bu söyleşilerin yapıt ya da yapıma ilgi duymayan izleyiciler için de çekici bir unsur olduğu ortada.
MET, 1971 yılından bu yana şef James Levine tarafından yönetiliyor. 2008 yılında sağlık nedenleriyle ara veren ve 2010 yılında bagetini tekrar eline alan ünlü şef, ilk kez 1971 yılında, daha 28 yaşındayken, Grace Bumbry, Franco Corelli, Peter Glossop gibi devlerin yer aldığı bir “Tosca” yöneterek “işbaşı” yapmış. Levine’ın o zamanlar şef George Szell’in koruması altında olduğunu hemen ekleyelim.
İlk kez 1883 yılında kapılarını açan Metropolitan Operası’nın eski ışıltılı günlerinden bugüne kadar gelen değerli bir de arşivi var. 1920’li yılların 78’lik taş plaklarından, bugünün CD ve DVD’ine kadar uzanan bir arşiv. Ve ne isimler…
Yavaş yavaş daha çağdaş, öncü yapımları izleyicisine kabul ettirmeye başlayan MET’in geleneklerine bağlı izleyici kitlesini ikna ederek ve geleneğinden kaynaklanan ihtişamını da yitirmeden, eser yelpazesini genişletmesinin sonuçlarını hep birlikte izleyip göreceğiz.