Bu gece Roma Operası’nda Luisa Miller operasının konser versiyonu olarak ilk gösterimini izliyorum. Canlı yayın ve ruhuma bir ziyafetken gördüklerimi anlamlandırmaya çalışmama yol açınca müziğin büyüsünden bir süreliğine uzaklaştım. Büyük sahnede birbirinden uzak konumlanmış solistler şarkılarını söylüyorlar. Onların maskesi yok. Aklımdan hemen ‘mutlaka hemen öncesinde PCR testleri yapılmıştır’ düşüncesi geçiyor. Orkestra alıştığım görünümden daha küçük, sanatçı sayısı azaltılmıştı ve enstrüman çalanlar orkestra düzeninde, ama birbirlerinden uzak oturmuşlardı.
Üflemeli çalgıları çalanlar dışında hepsi siyah giysileriyle uyumlu siyah maskelerini nizami takmıştı. Orkestra şefi dâhil… Koro seyirci koltukları arasına maskesiz olarak, ama fiziksel mesafeyi koruyarak dağılmıştı. Kamera o kısmı gösterdikçe muhteşem mimarili opera salonunun çepeçevre küçük localarında birer koro üyesinin silueti seçiliyordu.
Ülkemde bu günlerde ‘temel gereksinimler dışındaki nesnelerin’ satışının kısıtlandığını, kitaplar ve kırtasiye bu kapsamda yer aldığını, kitap okumayı yaşamın parçası olmaktan çıkaranların çoğulluğu yanında zaten opera, tiyatro, klasik müzik konseri, bale gibi etkinliklerin bu kapsama girmesinin hayal sınırlarını zorladığını aklımdan geçirirken, bu listeyi belirleyen kültürel farkları düşünmeden edemiyorum.
İtalya, pandeminin başından beri her zirvede “Aman, bir İtalya olmayalım!” dediğimiz, oradaki meslektaşlarımız için üzüldüğümüz koşullardan geçti. İlk aylarda solunum cihazlarının sayıca yetmediği kadar çok hastanın varlığını duymuş, doktorların sahra hastanesine dönüştürülen büyük mekânlarda sıra sıra yatan hastaların arasında koşturduklarını, hangi hastaya tedavi önceliği verecekleri konusunda zor tercihler yapmak zorunda kaldıklarını görmüş, ortak toplantılarımızda bizzat onlardan dinlemiştik. Aman bir İtalya olmayalım da… Zor zamanlar geçirdik, ikinci zirve bizi -hem bedenlerimizi hem ruhlarımızı- kıyıdan kıyıya, hatta kayalıklardan kayalıklara çarptı. Yorulduk, korktuk, kahrettik… Artan, düz çizgi çizen, düşen sayıları bırakıp, o gün, o an karşımıza ne çıkardıysa onunla ilgilenerek kendi gerçeğimizi yaşadık. Temel gereksinimler her dönem için değişti, hatta her birimiz için başka nesneleri, kimseleri, duyguları içerdi. Toplumlar ister istemez, ilk kez deneyimledikleri bir pandeminin koşullarına kendilerini uydurdular. Pandemiyi kendilerine uyduramayacaklarını kısa sürede anladıkları için… Bunu yaparken de doğal olarak her toplum kendi kültürüne, değerlerine, varlıklarına, yokluklarına göre seçimler yaptı; yapıyor… Sonuçta pandemi tam hız devam ediyor. İzlediğim Luisa Miller operası konseri, bana ‘bu açıdan İtalya olabilsek’ dedirtti.
Bir yıldır hayatıma giren bir kavram: Opera. Evet, tam da pandemiyle yaşıt; çünkü ilk iki haftasında, tanı kriterlerine uymadığı hâlde kuşkulanarak tetkik etmem sayesinde COVID-19 tanısı koyduğum, şimdi olsa ‘çok düşük risk’ alacak olsam da henüz hakkında hiçbir şey bilinmeyen kaos zamanına denk gelmesi nedeniyle iki hafta evde karantinaya alındığım dönemde operalar bana nefes olmaya başladı. Odamdaki tek maskeyi hastama verdiğim, zaten cam açık olarak çalıştığım gibi üstüne içgüdüsel bir şekilde odama giren hastamın kapıyı kapatmamasına ses çıkarmadan razı olduğum, öncesinde okuduğum makalelerin yardımıyla bu hastalığı hemen tanıyabildiğim için aslında riski düşürebilmiştim. Ancak pandeminin ikinci günü, şehrimizin ilk resmi hastasıydı ve biz bu hastalıkla ilgili pek bir şey bilmiyorduk. Şimdi de farklı değil durum; Paulo Coelho’nın dediği gibi: Tam yanıtları bulduğumuzu düşündüğümüzde sorular değişiyor. Bu ayrı ve karmaşık bir konu olduğu için en iyisi yüzümüzü yine sanattan yansıyanlara dönelim.
Birçok internet sitesinden kültürel ve sanatsal etkinliklere ücretsiz erişimin olması ile yaşamımda daha önce pek yer tutmayan bazı sanat alanları en merkeze yerleşiverdi. Bunlardan Berlin Filarmoni Orkestrası’nın olağanüstü konserleri ilk sırayı almış olsa da kısa sürede ücretsiz erişim sonlanınca tadı dimağımda kaldı. Hevesim kursağımda…Neyse ki Metropolitan Opera (www.metopera.org) bir yılı geçen süredir her gün değişen opera paylaşımlarını en baştaki gibi herkesin erişimine açık yapmayı sürdürüyor. İlk iki haftamda üst üste iki gece bile izlediğim oldu. Üç saati geçen operaları nefesimi tutarcasına izliyordum. İlk kez yaşanan bir tutku dalgasına kapılmış olarak tanımadığım bir sığınağa doğru sürükleniyordum. Her gece ya da en fazla günaşırı… Aslında gün boyu bizi bir anda kıskacına alan bu hastalık hakkında bilgilerimi artırmak, bunları ben karantinadayken cepheyi açıveren çalışma arkadaşlarıma aktarmak telaşıyla yorulan zihnimi, opera aryalarının salıncağına bırakıp tazeleniyordum.
Tragedyaların tarihsel işlevinde köleleri, fakir halkı oyalayıp yaşadıkları sıkıntıları unutturup uyuşturmak için tanrıların, asillerin ne dertlerle, entrikalarla, savaşlarla boğuştuğunu göstermek olduğunu duymuştum. Belki bende de aynı etkiyi yaptı. Kaosu unutup ölümsüz eserlerin büyüsüne kapılıp gittim. Dünyanın en büyük operalarından birinin birbirinden güçlü seslerinden en ünlü operaları izlemek bir ayrıcalık hissi veriyordu. Eserler hakkında bilgi topluyor, dinlerken kulağımı farklı opera tekniklerine âşina kılıyordum; triolar ile hızlanan kalp ritmim kuartet, kentet, sekstet, hatta septet olunca artık yerinde duramaz oluyordu. Defalarca dinlesem bıkmayacağım aryalar belleğimde iyice yer etmişti, hatta bir cesaretle kendi kendime mırıldandığım bile oluyordu. Sonrasında yoğun tempoda çalışmaya başlayınca bu seyirler hayal oldu; ama o zamandan bu zaman bir gün bile aksatmadan her sabah ilk iş olarak o günün operasının ne olduğunu öğrenmek için internet sayfasına giriyor, Sihirli Flüt, Madama Butterfly, La Traviata, La Bohème, Romeo ve Juliette, hele Carmen ise ilk seferki heyecanla doluyor, arka planda çalarak arada boş zaman yakalayabilirsem görüntüyü de açarak sahnelerini izliyorum. Çok farklı türde, modern operalar da izledim, bazılarını izlemek beni çok zorlasa da örneğin Akhenaten’den çok etkilendim.
Maslow’un ‘İhtiyaçlar Hiyerarşi’nde piramidin hangi seviyesinde olduğu umurumda değil, bana göre insana yaşadığını hissettiren neyse, o temel ihtiyaçtır. Bunların belirlenmesinde kültürün büyük etkisi olması yanında, kültür sert bir kabuk gibi bizi saran, değişmeye dirençli bir kimlik olmamalı. Etkileşimler, yaşamın akışında karşımıza çıkanlar, o zamana dek neredeydi diye hayıflanmamıza yol açanlar tarafından zenginleştirilebilir; hatta günün koşullarına uyumu sağlayabilmemiz için bile-isteye dönüşmeyi mutlaka içermelidir. Doğayla başa çıkmanın günümüzdeki karşılığı, olağanüstü durumlardan zarar görmeden geçmek ise bu işlevi yerine getirecek çok farklı donanımlara gereksinim duyabiliriz. Örneğin; okumak, yazmak, üretmek, düşünsel paylaşımlar yapmak, yeni bir beceri kazanmak için çalışmak, bambaşka ilgi alanlarına yelken açmak…
İlk dalgasının zirveleri arasında savrulduğum bu salgının bana kazandırdığı farkındalıklarla güvenli limanlara varana dek aklıma ve ruhuma mukayyet olacağımı düşünüyorum. İlki için bilim, ikincisi için sanat hep benimle olacak.
GÖKSEL ALTINIŞIK
14 Mayıs 2021, Denizli