Bu kez Oyuncu (Ben-Feuerbach) oyunundaydım. Tiyatroyla yoğun ilişkimiz ne zamana dek kesintisiz gidecek merak ediyorum. Haftaya da biletim var; ancak sonrasında şehir dışı programım olacağı için bir boşluk olacak görünüyor. Yine de sonrasında elimden geldiğince koşullarımı zorlayıp haftada bir değişen oyunları kaçırmamaya çalışacağım. Açıkçası birçok şehirdekinden çok daha kolay biçimde bu keyfe erişebilmeyi büyük şans görüyor, bu şansın değerini biliyorum. Her zamanki gibi kapılar açılır açılmaz salona geçip koltuğuma oturdum. Benim için bu, gösterim türü ne olursa olsun, öncesinde yaşananları silmek, böylece ruhumu az sonra başlayacak olana hazırlamak için önemsediğim bu ritüeldir. Ancak bu kez, hissettiğim coşkulu hazırlığa bir gölge düşer gibi oldu. Nedense, ‘her oyun birbirinden güzel olamaz, ya bu seferki beklentimin çok altında kalırsa’ diyen bir vesvese içimi yokladı. Elbette, oraya yerleşmesine izin vermedim. Onun yerine, bu düşüncenin neden birdenbire belirdiğini düşündüm.
KONUŞAN İZLEYİCİ AÇMAZI
Daha önce olmamıştı. Arka arkaya, gerçekten güzel oyunlara denk gelmiştim. Belki de ‘her güzel şeyin mutlaka bir sonu vardır’ kalıp yargısının etkisi olmuştu. Oyunun tek perdede bir saat yirmi dakika olduğunu biliyordum. O âna dek bunu dert etmemiştim. İçime çöreklenen ‘Ya sıkılırsam?’ düşüncesinin kaynağını birden anımsayıverdim. Geçen hafta su gibi akan oyunun sonuna az bir zaman kala, yanımdaki izleyici onun yanındaki kişiye, fısıldayarak, ama benim kolayca duyacağım şekilde “Tek perde mi bu oyun? Uzun sürdü, ara vermeleri gerekirdi” demişti. İçine girdiğim hikâyenin dışına, bir an için bile olsa, beni çıkaran bu düşüncesiz hareket bilinçaltıma işlemiş olmalı. Silkinip kendime gelmemi sağlayan ise, herkesin fikri kendine diyebilmek oldu. Herhangi bir ara gereksinimi duymadan geçirdiğim tek perdelik oyunlardan birinin daha başlamak üzere olduğu telkiniyle ruhumu hazırlama aşamasını tamamladım.
Perde açılmadı, zaten açıktı. Işıklar yanmadı, açıkken kapatılmıştı. Oyun sırasında fotoğraf çekmek yasak olduğundan ben boş sahne fotoğrafını dekoru için çekmiştim. Böylece neyin nerede olduğunu biliyordum. Hatta sahnenin ortasındaki devasa metal iskele ve farklı yönlerdeki eklemli merdivenlerin haşmetinden etkilenmiş, ona asılı beyaz upuzun kollu gömleklerin oyundaki yerini öngörmeye çalışırken epeyce incelemiştim. Oyuncu ise karanlıkta yolunu zor bulduğu mizanseni ile oyunu başlattı. Bir tiyatro oyunda rol vereceği kişileri belirlemek üzere bir rejisörün çağırdığını en baştan anladığımız oyuncu, kendi için sahnede görünürlüğün yolunu arayarak başladı. O sırada kapılar kapatılmış ve oyun başlamıştı. Sahnede oyuncu rolündeki oyuncu, rejisörün salonun neresinde olduğunu bulabilmek için “Kimse yok mu? Biraz ışık lütfen” diye seslenirken ışığa kavuştu. Onu salonun en arkasından gelen bir ses yanıtladı: “Burradayım.” Rejisörün asistanı olduğunu anladığımız bu kişi ile oyuncu bir süre böyle uzaktan konuştuktan sonra asistan sahnenin önüne dek merdivenlerden indi, ancak salonun arka kısmındaki hareket bitmedi. Üstelik konuşmalar da…
Oyun boyunca, oyuncu olmanın nelerle karşılaşmaktan oluştuğunu, zorluklar üzerinden anlatacak olan oyuncumuz sıraladığı ilk listeye ‘konuşan seyirci’ maddesini de ekleyiverdi. Konuşmalar o duyarlıkta birilerine ait olsaydı ve o anda kesilseydi, oyuncunun bu repliği işlev görebilirdi. Sonradan nasıl zekice bir hamle, doğaçlamanın nefis bir örneği olduğunu fark edeceğimiz bir refleksmiş. Onlar arkalarda olduğu halde benim önlerdeki koltuğumdan net biçimde duyduğum “dur düşeceksin, atla, hiçbir şey anlamadım” tümcelerinin sahibi iki izleyiciyi gördüm. ‘Oyunun bir parçası arkada sürüyorsa bu yaptıkları sahnedekini kaçırmamıza yol açıyor’ düşüncesiyle iki tarafı da takip etmeye çalışırken… En hafif tabirle saygısızlık olarak niteleyebileceğim bu davranış için o kişiler yerine ben utandım. Oyun çıkışı o çifti dağılan izleyiciler arasında görünce çok uzaktan da olsa esefle arkalarından baktım. Tiyatro için zamanında, hatta ondan önce gelme, oyunu adabıyla izleme kültürünün yerleşmesi için neler yapılabilir diye düşünmeyi sonraya bırakıp oyuna döndüm. Bu saçma sapan durumun daha uzun sürmemesinde ve oyunun ilgimi kolayca kendinde toplayacak denli etkileyici olmasında teselli buldum.
OYUN VE OYUNCU/LAR
Oyuncu oyununun tanıtım yazısından alıntıyla başlayayım: “Oyuncu (Ben-Feuerbach) sahnelerden yedi yıl boyunca uzak kalan bir oyuncunun varoluş mücadelesidir. Bir oyunda verilecek rol için seçme sınavına gelen oyuncu, sahnede anılarla örülü içsel bir yolculuğa çıkar. Oyun, yüzeyde bir seçme sınavını anlatır gibi görünse de daha derinde bir oyuncunun yaşadığı sorunları, o sorunlarla mücadelesini, o mücadelesindeki yalnızlığını ve ötekileştirilmesini anlatır…”
Oyuncu rolündeki İ. Hakan Özgömeç bütün bunları öyle başarıyla bize aktardı ki saatlerce ayakta alkışlasak az kalırdı. Oysa ben son sahnenin etkisinde yüreğime oturan ağırlıkla ancak oturduğum yerde alkışlayabildim.
Sayın Özgömeç oyunun başından sonuna hem bedenini hem dekoru çok başarıyla kullandı, üstüne orada olmayanı da bize yaşattı. Rejisörün gecikeceğini öğrenip “sabırlıyımdır, beklerim” dese de yeniden bir oyunda yer almayı umutla, umarsızca ve sabırsızlıkla beklerken boş durmadı. Anılarına sardığı anlarla bir anlamda kendi yaşamını oynadı. Hele küçük bir çocukken teyzesiyle kukla tiyatrosu seyrettikleri ânın canlandırması, özellikle teyzesinin görseli, replikleri çok etkileyiciydi. Dekora sahne teknisyeni (siyah giyinmek yerine beyaz önlük giymiş olarak) ara ara parçalar, giysiler ekliyordu. Bunlar, oyuncuya bir zamanlar ona ün kazandıran büyük tiyatro yapıtlarını çağrıştıran, en belirgin ve etkileyicileri Kral Lear’ın tacı, Perikles’in kostümü olan nesnelerdi. Oyuncu her birini, palyaço burnu dâhil, öyle başarıyla oyuna dâhil etti ki nefes almayı unuttuğumuz anlar oldu. Bavullar, askılardan özgürleşen ya da kibrit kutusundan çıkan kuşlar, dehlizlerinde kaybolunup yeniden yaşama dönülen iskele-merdiven-askı-sahne, duvarda gölge oyunları… Her görünenin aynı zamanda bir göz aldanması olabileceğini nasıl da güzel gösterdi. Ekipte danışmanların, özellikle bir illüzyon danışmanının olması (Ahmet Küçükdoğan) işi ehline bırakmanın güzel bir örneği olmuş.
Asistan, o pozisyona gelmesindeki kolaylık yanında hiç oyun okumamış olarak yaptığı asistanlık ile oyuncunun ve izleyicilerin gözünden düşse de aslında rolünün hakkını verdiğini rejisörlere özgü olarak tariflenen kalıp davranışları taklidiyle inceden inceye hissettiriyordu. Özellikle parladığı bir sahne oldu. Böylece, oyunun ortalarında, ha geldi ha kayboldu ha bulundu geriliminin ardından rejisör asistanı rolündeki Deniz Taylan Tombul tarafından, bir kuklası üzerinden oyundaki rolü oyuncuya tarif edilen köpek ile o sahneye damgasını vurdu. Bu sevimli beyaz tüylü, gerçeğine çok yakın kukla köpek, Japon kukla tiyatrosunda bunraku adı verilen kuklaları aklıma getirdi. Yine de onların ip ya da tel olmaksızın oynatılmasının işin asıl sanat kısmı olduğunu bildiğimden sevinince salladığı kuyruğuyla keyiflenmeyi seçip üzerine düşünme işini sonraya bıraktım. Asistan, ismi olmadığı gibi rolünün de erbabı olmayan asistanı başarıyla oynadı. Oyuncu’nun (Ben-Feuerbach) oyuncu listesinde ‘kadın’ olarak adına yer verilen ve çok seyrek görünen Fulya Gezici’nin oyundaki konumunu kavrayamayıp üstüne sahne amiri olarak tanıtılmasını kuşkuyla karşıladıktan sonra gerçeği öğrenmek yine taşların yerine bir bir oturduğu zamana kaldı.
VE PERDE KAPANMAZ
Bir lapsus ile ayırdına vardığımız sırrı, yalnızca o andan sonrasını değil hâlihazırda izlediğimiz anları da anlamlandırdı. Bu dönüm noktası oyunu, “yetenekli, ama asabi, asi, uyumsuz” oyuncunun aslında dehanın toplumsal sınırlamalar, insan çatışmaları, bahşedilen liyakatin liyakatsizliğe feda edilmesi, hayatın öğüten törpüsü eksenine oturttu. Kıyıdaki iki adamdan birinin suya atlaması, diğerinin duraklaması ile başlayan Brecht şiiri iki versiyonuyla da bu karşıtlıklara hem isyanın hem sonunda yenilmenin vücut bulmuş hâliydi. Bir işi hakkıyla yapmanın “tutku, bilgi ve beceri” sac ayağının hepsini birden tam istediğini duymak oyuncuyla kurduğum zihin bağını güçlendirdi; zira insan benzerini seçiyor. Bu oyunu durmaksızın anlatabilirmişim gibi hissediyor. Durayım; durayım ve nerede karşıma çıkar diyerek İzmir Devlet Tiyatro’sunun bu muhteşem oyununu aklına yazmış olan okura bir selam göndereyim.
Son sahne, ah o son sahne… O bavul… Ah, asıl bunraku oradaymış. Oyuncunun asıl tiradı da, o zamana kadarki muhteşem repliklerin en çarpıcıları da… Tiyatroda bis geleneğinin olmamasına ilk kez bu kadar hayıflandım. Yeniden oynanması için avuçlarım patlayana dek alkışlamaya hazırdım.
Güldürü ve trajediyi içinde barındıran, eleştiri harcını illüzyonla karmış, gerçeklik ile düşü, öke ile cünûnu iç içe geçirmeyi başarmış bir oyundu. Neden son ikisini Türkçe yazmadığımı söylemeyeceğim. Ben de o kelimeyi kullanmak istemiyorum.
GÖKSEL ALTINIŞIK ERGUR
18 Şubat 2024, Denizli