Başlık klavyemden bu şekilde dökülünce zihnim yazacaklarımı hemen o bağlama yerleştirdi. Eski yılın son günlerinde, yeni yıla iş bırakmama saplantısına kapıldım. Kararlılıkla ilerliyorum. Bu yazım da o akımın bir parçası. Bir hafta önce Berlin Filarmoni Orkestrası konserindeyken gözlemlerimi, düşündüklerimi ve hissettiklerimi aktarmanın tam zamanı şimdi. Evet, gözlemler vardı ve düşünceler ve duygular, hatta bundan çok çok uzun zaman sonrası için kararlar uyandıran bir deneyimdi. Bir senfoni konserine gittim ve hayatım değişti mi? Evet, hayallerim değişti ve bakalım gerçekliği değişecek mi? Yaşayalım da görelim.
Berlin Filarmoni Orkestrası’nda en az bir konser izlemeyi, dinlemeyi hedef koymakla başlamış gelecek hedeflerine sadakatimiz. Çalışma takvimine en uygun Aralık ayı hafta sonu olarak 21.12.2024 akşamına biletler alındı. Programda hangi eserlerin olduğu ya da kimin solist, hatta orkestra şefi olduğunu gözetme olanağı yoktu. İşi şansa bırakmak gibi görünse de kalitelerinden kuşku duymayacak olmak insanın içini rahatlatıyordu. Yine de programda Wolfgang Amadeus Mozart’ın K.466 20 numaralı Re Minör Piyano Konçertosu eserini görmek ek bir rahatlama sağladı. Tanıdık sularda olmanın rahatlığı demekti bu. Nereden bilebilirdim aklımda en az kalacak ayrıntının programdaki bu kısım olacağını? Oraya daha sonra geleyim.
Fuaye ve konser salonu çok etkileyiciydi. Daha girişten bunu hissetmek devamı için heyecan yaratıyor. Çok kalabalıktı, ama alanın genişliği bu kalabalığı bir rahatsızlık olarak hissettirmiyordu. Tuvalet kuyruğu dışında… Konser izleyiciliğinde epeyce deneyimli olduğumuz için bu kuyruğa mecbur olmama önlemleri alınsa da Berlin soğuğuna hazırlık için üst üste giyinilip salonun sıcağında bunalmama planı gereği yine aynı mekânı kuyruğa girmeden kullanılabilecek şekilde ziyaret ettik. Fuayede vestiyer sayısı dikkat çekici biçimde fazlaydı; böylece herkes hızla paltolar, şapkalar, şemsiyeler vs. vestiyere bırakıp kendilerini hafiflemiş olarak konsere hazırlayabildi. Fuaye alanında büyük bir alan kaplayan küçük bir sergi vardı. Burada sunulan 140 yılın özeti, tarihine sahip çıkmak, unutulmasına izin vermemekle ilgiliydi. Konser salonu, o zamanın özgün ve dikkat çeken bir mimarisine sahip olduğundan, tarihsel süreçte nasıl inşa edildiği, nelere tanıklık ettiği fotoğraflar ve bilgilendirme yazıları ile ziyaretçilere anlatılıyordu. Özgün mimari için benim dolaşırken en çok etkilendiğim özellik, belirgin bir sade işlevselliğe ek olarak yukarı katlara çıkarken geçilen uzun merdiven bağlantıları ya da asma katlarda rengârenk cam yuvarlaklarla oluşturulmuş duvarlar oldu.
Böyle güzel dekorlar ve arka planlar ile karşılaşınca yeni yayımlanan öykü kitabımı da o anlarda fotoğraflamaktan geri duramadım.
Artık konserin keyfini çıkarmaya hazırdık. Konser salonunda yerimizi aldığımızda ilk dikkatimi çeken ayrıntı, seyirci koltuklarının öbek öbek birbirinden farklı yönlerde sahneyi çepeçevre sarmasıydı. Olasılıkla mimarinin en özgün kısmı buydu ve nerede oturursanız oturun iyi bir sahne görünümü yakaladığınız hissi veriyordu. Benim için öyle oldu örneğin. Üstelik en ilginç tarafı sahneyi izlerken dört bir yandaki seyirci gruplarında göz gezdirmeme yol açtı. Bunu yapabileceğim bir konumda ve görüş açılarına sahiptim. Köşemin adı Hekim Yazarsa olduğuna göre bir senfoni konserini hekim izlerse bakışıyla deneyimimden söz edeyim. İlk kez bu kadar net gözlem yapabildiğim için sanırım, bir ara orkestra şefinin arka sağında en ön sırada oturan ileri yaşta bir kadın izleyicinin başıyla ne güzel tempo tuttuğunu ve ezbere bildiğini düşündüğüm piyano konçertosuna kesintisiz eşlik ettiğini düşünmüşken, eserin bitiminde, sonrasında ikinci eserin bölüm aralarında da aynı baş hareketini sürdürmesi tanıyı koydurdu: esansiyel tremor. Sonra düşündüm ki bu durumdan rahatsız olan bir kişinin kendini en rahat hissedeceği yer bir klasik müzik konseri olmalı. Kadının yüzündeki gülümseme haklı olduğumu söylüyordu. Sahi, benim o yüzü o kadar uzaktan bu kadar net görmemi salonun mimari başarısı sağlamış olabilir. Sağ tarafımızdaki balkonda arkanın bir önü sırada, orta kısmında oturan bir erkek izleyicinin bütün piyano konçertosu boyunca uyuduğunu görünce uyku apnesi olduğundan kuşkulandım ama izlediğim süre boyunca nefesinin durduğunu fark etmedim. Elbette bir saat boyunca on saniye ve üzerinde beşten fazla kez nefesi durduğunu kaydetme olanağım olmadığı için kesin yorum yapamasam da horlaması olmadığı için ön tanımı dışlayabildim. Bir de bölüm aralarında seyrek de olsa duyulan öksürüklerin bir senfoni konseri klasiği olduğunu düşünürken yeni bölüm başladığı halde bir süre daha süren ve kuru olmayan öksürüğün sahibinin sigara içicisi olduğunu tahmin ettim. Buna mesleki deformasyon deniyor; ama hiçbiri konserden aldığım zevki gölgelemediğine göre bozduğu bir şey olmadı. Her iki eseri de keyifle dinledim, bütün sanatçıları tek tek gözlemledim, kendimi melodilerin yatışan ve coşan bütün temalarında müziğe kapılmış hissedebildim. Özellikle de orkestra şefini baştan sona izleyebildim. Velhasıl, salon ve sahnenin konumu olağanüstüydü.
Programda Wolfgang Amadeus Mozart’ın 20 numaralı Re minör konçertosu hakkında yazılanları okurken en çok hikâyesi ilgimi çekti. İşin içine hikâye girince boyut değişir, der dururum, benim açımdan bu her zaman böyle. Bu konçerto ilk kez 10 Şubat 1785’te Viyana’da seslendirilmiş. Babası Leopold Mozart, Wolfgang’ın Salzburg’dan yirmi beş yaşında ayrılıp kendini Viyana’da bağımsız müzisyen olarak tanımladığı bu dönemin başında onun için kaygılansa da Viyana’ya gelip oğlunu ziyaret ettiği sırada konserine katılması, izlenimlerini kızına yazarken duyduğu gurur yanında eserin son dakikada konsere yetiştirildiğini, hatta Mozart’ın prova yapma olanağı bile bulamadığını belirtmesi olayların insani yanına ilişkin bilgiler olarak değerli. Haydn’ın Leopold Mozart’a Wolfgang’ın bildiği besteciler içinde kuşkusuz en büyüğü olduğunu söylemesi ve bu piyano konçertosunun müzik türüne yeni bir yön verecek nitelikte olduğu bilgisi de programdan öğrendiklerim arasında. Piyanoda solist Leif Ove Andsnes’in virtuozitesine söyleyecek sözüm olamaz; öte yandan ben eser boyunca gözümü ve dikkatimi şef Herbert Blomstedt’ten alamadığım için melodiyi takip edememiş olabilirim. Konçerto piyanist tarafından seslendirilirken ona orkestranın eşliğindeki uyum bir mucizenin işareti göründü. Bunun nedeni, orkestra üyeleri sahnede yerlerini alıp akort kısmını tamamladıktan sonra Leif Ove Andsnes’in kolunda zorlukla yürüyerek sahneye gelen Herbert Blomstedt’in oldukça ileri yaşta olduğunu görmem, seyircileri selamlamasının ardından konseri yöneteceği alana konmuş geniş bir tabureye oturarak bedenindeki eğriliği (kifoskolyoz olduğunu düşündüm) bütünleyen ellerindeki şekil bozukluğuna (osteoartrit bulguları olabilir) karşın bir yandan parmak hareketleriyle orkestrayı yönetip bir yandan partisyonun sayfalarını çevirmesi çok etkileyici bir sahneydi.
Bundan yıllar önce Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserlerini Denizli’de izleyebildiğimiz zamanlarda, solist Cihat Aşkın ile tanışmak için gittiğim konser sonrasında Hasan Niyazi Tura ile de tanışmıştım. Orkestrada baş kemancı olarak görev alan Tura’nın orkestra şefliği doktorası yaptığını öğrendiğimde hem etkilenmiş hem şaşırmıştım. Bunun için kapsamlı bir eğitim gerektiğinden habersizdim. Ona, bazen doktor olarak bana sorulduğunda bu da bilinmez mi diye düşündüğüm sorulardan biri olmasından korkarak “Orkestra şefinin alanında iyi yetişmiş olmasının bir senfoniyi yönetirken orkestraya nasıl bir etkisi olduğunu” sormuştum. Yanıtı halen aklımda: İyi bir orkestra şefi orkestrayı uçurur ve seyirciler bunu çok rahatlıkla fark eder. Orkestra şefi kötüyse bizler birbirimize daha çok kenetleniriz, o konseri kazasız atlatmak için telaşa düşeriz.” Mozart’ın piyano ve orkestra için konçertosunda söz konusu olanın hangisi olduğunu fark edemeyecek kadar şefin hareketlerine odaklanmıştım. Ama sonra sıra, Anton Bruckner’in 9. Senfonisi’ne geldi ve işte o, hayatımdaki en özel deneyimlerden birine uzanan yolun taşlarını döşedi.
Yine programda yazdığına göre, Herbert Blomstedt için Anton Bruckner “Beethoven’den beri en büyük senfoni bestecisi” imiş ve şef, Bruckner’in müziğinde dünya çapında bir otorite olarak tanıyormuş. Blomstedt, Bruckner’in son senfonisi olan 9. Senfoni’yi onun dünyaya vedası olarak tanımlıyor. Temmuz 1927 doğumlu olup 48 yıldır Berlin Filarmoni Orkestrası’nda orkestra şefi olarak çalıştığını, önceki iki gece de konseri yönettiğini öğrendiğim orkestra şefimiz, bütün senfonik eseri önünde partisyon olmaksızın bedeninin üst yarısının hareketleri ile dans edercesine, müziğin temposuna göre yumuşayan, sertleşen hareketleri ve öncekinden daha fazla hareketlenen parmakları, el bilekleri ve kollarıyla yönetti. Olağanüstü demek abartı olmaz.
Hayatımda daha önce yaşamadığım, benim dışımdaki izleyiciler için de benzer olduğundan deneyimin niteliği nedeniyle adım gibi emin olduğum, defalarca onun yönetiminde konser vermiş olsalar bile orkestra üyelerinin de her defasında ilkmiş gibi yaşadığını düşündüğüm an için olağanüstüden daha güçlü bir sözcük bulmak gerekir.
Bruckner’in 9. Senfonisi birbirinde etkileyici temalarla, bunların tekrarlarında zayıftan güçlüye geçişlerle ilerledi. İçimde uyanan duyguyu fark edince bu eseri kendimi güdülemem, devam etme heyecanımı tazelemem gereken zamanlarda açıp dinlememin iyi olacağını düşündüm. Böyle akıp gitmesi güzel ve olağan bir durumken eserin bittiği an sıra dışıydı. Müziğin gürlüğü yükselmişti, kadansın yaklaştığını fark etmemiştim ki birden bütün orkestra sustu. Hatta o anki hareketlerinde dondular. Birinci kemanlar, arşe havada kalarak dondu. Herbert Blomstedt ise gözleri kapalı, taburesinde oturur, elleri iki yanında, dirseklerden bükülmüş biçimde havada dururken dondu. Öyle anlarda hep olduğu gibi geçen zamanı fark edemeyecek bir görelilik söz konusuydu. Yaşını gözetince içimde bir endişe yükseldi. Baş kemancı da aynı hislerle olup biteni anlamaya çalışıyor gibi geldi bana. Alesta bekliyorduk ikimiz; bana göre. O en yakınındaki kişi olarak, ben mesleğin sorumluluğuyla. Bütün salon sessizdi. Blomstedt’in elleri hareketi fark edilmeyecek kadar yavaş aşağıya doğru iniyordu. Birden içimdeki kaygı silindi. Tam o anda bütün salonla, orkestrası, şefi, izleyicileri, müzik aletleri, dev orgu, koltuklarıyla bir beden olduğumuzu hissettim. İnanılmazdı, hepimiz bir bütünün ayrılmaz, iç içe geçmiş parçasıydık. Yılların deneyimiyle benim ve diğer her şeyin o aşamaya geleceği, üstelik bu tanımsız ânı içine sindireceği kadar süre geçmesini bekleyip iki elini dizlerinin üzerine değdirdiğinde orkestra üyeleri de dondukları pozisyondan çıktılar ve bütün salon alkışlarla inlemeye başladı. Bölüm aralarında fire vermeksizin alkışlamamayı başarmış izleyiciler ayakta, olasılıkla az önceki deneyimin de içlerine doldurduğu coşkuyla alkışlıyorlardı. Herbert Blomstedt salon boşalana dek birkaç kez kulis ile sahne merdivenleri arasını gidip gelerek selamlamaları tamamladığında içimde tek bir gelecek planı vardı: Ben de bu yaşıma dek ders anlatmak, hikâye anlatmak, en sevdiğim bu anlar için sahnede olmak istiyorum.
Biyografisinde Herbert Blomstedt şöyle diyor: “Orkestra şefi olmak yaşlanmak için iyi bir iş, çünkü her zaman bir meydan okuma ve yaşlanırken meydan okumalara ihtiyaç duyarsınız.” Yeni yılda sınırlarımı zorlayacağım ve bu sayede gelişeceğim böylesi anları diliyorum kendim ve anlamını fark eden herkes için. Mademki bütünün bir parçasıyız.
Göksel Altınışık Ergur,
30 Aralık 2024 , Denizli