Fare kapanı diye, peyniri yem olarak koyup fareyi yakalayan düzeneğe deniyor. Kurgu olarak polisiye ya da gerçek hayatta suçluyu yakalamak genelde aynı mantık üzerine kurulsa da bu kez adıyla sanıyla fare kapanı karşımızdaydı. Çok özel bir deneyimdi. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim ve beni yakaladı, diyeyim, devamını getireyim.
Çalışan insanların hafta sonları, birçok tasarı ve programın olasılıklar hâlinde belirdiği, önceleme ya da sonraki bir zamana bırakma ile sıraya koymaya çalıştığı zamanlar oluyor. Eve ayrılacak zaman dışında insanın kendi için yapmak istedikleri de birikiyor. Bu hafta sonu Ankara’dan ve İzmir’den konuklarımız gelecekti. Birlikte neler yapılabilir diye düşünürken bir yandan da kaçırmak istemediğim bir tiyatro oyunu olunca ayarlamayı nasıl yapacağımı belirlemem gerekti. Hemen bilet sayfasına girdim. Cumartesi günü saat 14.00 gösterimine son üç bileti aldım. Eksi iki bilet için ne yapacağımı sonra düşünürdüm. Bizim birlikte tiyatro oyunu izlemeye götüremezsem biletleri vereceğim birilerini mutlaka bulur ya da iade ederdim.
İkinci aşama konuklarımıza bu seçeneği sunmaktı. Severek kabul ettiler. Her iki şehirde de olanak yaratıp sıkça tiyatro oyunlarına gittiklerini, Denizli’de bizimle bunu yapmaktan mutlu olacaklarını söylediler. Üçüncü aşama diğer iki bileti ayarlamaktı. Bilet sayfasını aralıklarla yokluyor ve her defasında tükendi ibaresiyle karşılaşıyordum. Önceki hafta aynı durum söz konusu olsa da salonda birçok boş koltuk vardı. Demek ki son anda iptaller olabiliyordu. Yine de yalnız başıma yaptığım bir program olmadığı için kesinleştirmek istiyordum. Cuma akşam gösterimi öncesi ekip oradayken danışayım diye düşündüm, ancak benim hastanede işim oyun başladığında yeni bitti. Kala kala cumartesi gösterim öncesi erken gitme seçeneği kaldı. Bir yolunu bulacağımı düşünsem de aksi için kendimi ve dostlarımı B planına hazırladım. Velev ki iade bilet bulamadık benim elimdekileri de başka son dakikacılara bırakıp kampüste yürüyüş yapar, bildiğim güzel bir yerde oturup salep içerek söyleşirdik. Biz bir arada olduktan sonra keyifle yapacak yeni şeyler bulmak zor olmazdı. Öte yandan, kısa süre için geldikleri zaman bile konuklarımıza tiyatroya birlikte gitme seçeneğini sunabilmekten, onların da bunu coşkuyla kabul etmelerinden; özellikle böyle dostlarım olmasından mutluluk duyuyorum.
Hastaneye uğramam gerekince ben erken çıktım. Zaten hastanenin çok yakınında kampüsün içinde olan Hasan Kasapoğlu Kültür Merkezi’nden geçip ön hazırlıkları yapan ekipten bilgi alabilirdim. Müzik ve Sahne Sanatları Fakültemizin hemen yanındaki, sade ancak işlevsel her ayrıntıyı düşünülerek inşa edilmiş, Devlet Tiyatrosu Denizli Sahnesi olarak kullanılan binaya girdim. Henüz konuklarını ağırlamaya başlamamış bu binada karşıma çıkan ilk kişiye sorumu yönelttim. Durumumu hızlıca özetledim. Ek bilet için, “Mutlaka iade edilen bilet olur, boş kalan yerler oluyor, siz konuklarınızla gelin,” yanıtı aldım. Daha önceden tanıyan diğer kişi “hocam” şeklinde hitap ettiğinden, konuştuğum, sonradan da müdür olarak yakın zamanda tayin olduğunu öğrendiğim kişi bana hangi bölümde çalıştığımı sordu. “Tıp Fakültesindeyim, göğüs hastalıkları bölümünde”, diye yanıtladım. Bir hasta için hastaneye gidip döneceğimi söyleyerek ayrıldım.
İşimi bitirdikten sonra oyalanmadan tiyatro binasına gitmeyi seçtim. En azından kafesinde çay içer, kitabımı okurum, bu sırada da bizimkiler gelirdi. Binanın dış merdivenlerinden çıkarken içimden şunlar geçiyordu: “Son haftalarda hayaller iyice depreşti. Şimdi yeniden buraya gelmeye başlayınca tanıdıklar olmaya başladı. Bazı oyunlarda izleyicinin katıldığı, etkileşimli sahneler olabiliyor. Onlardan birinde bana söyleseler de sahnede olmayı deneyimlesem. Şimdi hayat koşturmacası bunu sistemli yapmama, hak ettiği emeği vermeme uygun olmadığına göre belki bir ara çözüm olabilir. Aman canım….” Ana kapıdan girdim, fuayeye yöneldim. İlerlemeden oralarda durayım ki eşim ve dostlarım geldiğinde ayarlamayı yapabilelim diye oyun izlenim defterine bakmaya karar verdim. Önceki dönemde her oyun sonrası yazardım. Yazılanlardan bazılarını okumayı da severdim. Bunlar birkaç dakika içinde oldu.
Birden tiyatronun müdürünün bana doğru hızla geldiğini, yanında da daha önce görmediğim ama yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle bana yönelmiş başka biri olduğunu gördüm. Müdüre hanım bana yanındaki kişiyi tanıttı. “Hocam, Ercan Beyi tanıştırayım. Kendisi, Fare Kapanı oyuncularından, hatta turne sorumlusudur. Size bir şey sormak istiyor,” dedi. Benim buyurun dememe kalmadan Ercan Bey, “Hocam, iyi ki geldiniz; bu oyunun oynanması için size çok ihtiyacımız var,” demesiyle kalakaldım. Bir dileğin gerçekleşmesi böyle birkaç dakika içinde nasıl olabilirdi, hem daha kimseye söylemeden nasıl süreci başlatabilmiştim? Peki, ben şimdi bu teklife ne yanıt verecektim. Kalbim sıkıştı, ciddi ciddi kendimi sahnede mi bulacaktım? Rol neydi? Ne yapmam gerekiyordu? Başarabilir miydim? Yapardım herhalde, hem zor bir rol olsa hiç tanımadan bana sormaya cesaret edebilirler miydi? Belki de doktor rolüydü! Beyaz önlüğü giyip en fazla “Sırtınızı açın, öksürün” demem gerekecekti. Belki düşünceli düşünceli başımı sallamam, çenemi sıvazlamam gerekebilirdi. Sakin ve güven oluşturacak bir duruşla biraz düşünüp “Verem bu, ince hastalık. Ama korkmayın, tedavisi mümkün,” diyerek sahneden çıkınca görevim biterdi. Bütün bunlar zihnimden şimşek hızıyla, birkaç saniyede geçti.
Anılarımda tek bir tiyatro sahnesinde bulunma ânı var. İlkokulda, bilmem kaçıncı sınıftayım. Okulda bir piyes hazırlığı sürüyor. Kimsenin dikkatini çekecek bir çocuk değilim. Okul dışında kitap okumaktan başka bir etkinliği olmayan, sessiz, çekingen bir öğrenciyim. Hiçbir gösteride o zamana dek yer almamışım. Tiyatro için talipli olmak aklımın köşesinden geçmemiş. Arkadaşlarımın çoğunun bir rolü var. Ben provalara bile izleyici olarak katılmıyorum. Dekor, kostüm, ışık sorumluluğum da yok. Bütünüyle olayın dışındayım. Öğretmenimiz benimle aynı konumdaki birkaç öğrenciyi, bir sahnede öğrenci rolünde sürece kattı. Sıralarda siyah önlüğümüz ve beyaz kolalı yakalarımızla oturuyoruz. Yüzümüz seyircilere dönük olarak, öğretmenimiz sınıfa girince ayağa kalkıyoruz. Günaydın çocuklar, diyor, “sağ ol!” diye bağırıyor ve oturuyoruz. Biraz sonra sahne değişiyor. Ancak kendimi oynayabilirim fikri o zamandan kalmış olmalı ki doktor rolüne hazırım.
Agatha Christie’nin romanlarından bazılarını okudum. Fare Kapanı hakkında bir bilgim yoktu. Polisiye olduğu için de hakkında araştırma yapmadım. Durup dururken uşağın katil olduğunu öğrenmek bütün seyri tatsız hâle getirebilirdi. O nedenle karakterler arasında bir doktor rolü olup olmadığını bilmiyordum. Yine de yazar hakkında biraz bilgi hiç fena olmazdı. Agatha Christie, 1890-1976 yılları arasında yaşamış ünlü bir polisiye ve oyun yazarı. Otuz yaşında, Büyük Dünya Savaşı sırasında hemşire olarak görev yaparken yazdığı ilk romanında Hercules Poirot adıyla bir dedektif yaratıyor; yirmi beş romanında onu yaşatıyor ve kendinden bir yıl önce bu kahramanını yine bir romanda öldürüyor. Ayrıca diğer bir ünlü karakteri olan Jane Marpel de Bay Poirot’dan on yıl sonra ama yaşlı bir kadın dedektif figürü olarak doğan Agatha Christie tarafından var ediliyor. Sinema filmi olarak romanların uyarlamalarıyla bu ve diğer karakterler vücut bulmuş, ilgi görmüştür. Ayrıca baştan tiyatro oyunu olarak yazılan senaryolara da imza atmış olan Agatha Christie’nin Fare Kapanı oyunu özel bir dünya rekoruna sahiptir. Bu oyun, Londra’da 1952 yılından itibaren bir tiyatroda (Ambassadors Theater) kesintisiz en uzun süre oynanmış (21 yılda 8862 temsil) oyundur. Sonrasında da 1974 yılında başka bir tiyatroya (St. Martin’s Theater) taşındıktan sonra da son küresel salgında tiyatrolar kapatılana dek kesintisiz sergilenerek o an için 28200 temsili aşmıştır. Sayılar erişkinler için önemli diyerek bu bilgilere yer vermeyi seçsem de ben öznel deneyimim olarak bu oyunu, Ankara Devlet Tiyatrosu’ndan izlemekten özellikle mutlu oldum. Bütün oyunculuklardan etkilendim; içlerinde biraz daha fazla sevdiklerim oldu ancak o bana kalsın.
Elbette klasik bir yapıt söz konusu ve Fare Kapanı, uzun yıllar boyunca hem tutarlılığı hem gizemi ile kendini defalarca kanıtlamış bir senaryoya sadık kalınan bir oyun. Ayrıca köklü bir kurumun deneyimli bir ekibi tarafından sahnelenen, çok iyi hazırlanılmış ve başarıyla yönetilmiş bir oyun olunca yüreğime, zihnime, gözlerime tam bir şölen oldu. Denk gelenlerin mutlaka izlemesini önereceğim bir oyun olduğunu söyleyebilirim. Oyunculukları çok beğenmenin yanında dekora vurulduğumu söylemeliyim. Her bir ayrıntı beni benden aldı ve bunu yaparken, oyunun akışından, diyaloglardan ve polisiyenin özündeki merakla ve sürekli yinelenen suçlunun kim olduğunu tahmin edebildiğini düşünüp hemen ardından bu kesin hüküm hakkında kuşkuya düşme döngülerinden koparmadı. Dışarıdaki kar fırtınasını iliklerime dek hissederken pencerenin işlevselliğine hayran kaldım. Şöminenin zayıflayıp odun atıldıkça canlanan ateş gibi şöminenin üzerindeki çerçevelerden birinde Agatha Christie fotoğrafının olması etkileyici ayrıntılar olarak göründü bana. Elektrik düğmesi ve radyo görevlerini çok başarıyla yerine getiren figüranlar kadar canlıydı. Kar fırtınasından evin içine kendini dar atan herkesin üstündeki kar yere olduğu gibi dökülen sahte kar değil de sıcağı görünce eriyiveren gerçek kar izlenimi veriyordu. Bu ayrıntıya her defasında şaşırarak etkilendim. Güzel başladı, güzel sürdü ve tam bir sürprizle bitti. Olması gerektiği gibi. Oyuncuların selamlaması bittiğinde Bayan Boyle birkaç adım öne çıkarak bir şeyler söyleyeceği belli olunca izleyiciler alkışlamaya ara verdi. Bu oyunun sergilenmeye devam edeceğini belirtti. Bundan kuşku yoktu. Ama ekledi: Bu nedenle katilin kim olduğunu paylaşmamanızı istiyoruz. Nedendir bilinmez bu sözler içime sevinç doldurdu. Son söz olarak iyi bir buluş olması yanında böyle güzel bir oyunun sahnelerde kalmasının, genç tiyatrocu adaylarına iyi oyun örneği olmasının değerini iliklerimde hissettim.
Bütün bunlar olup biterken ben nerede miydim? Binbaşı Metcalf rolündeki Ercan Eker ile oyun öncesi o konuşmamızın devamı hiç beklemediğim şekilde aktı. Oyunculardan biri ses kısıldığı için bizim acil servisteymiş. Yoğunluk nedeniyle halen sıra bekliyormuş. Henüz muayene olamadığı, oyunun başlamasına yirmi dakika kadar olduğu göz önünde bulundurulunca oyunun iptal edilme olasılığı varmış. Acil servisteki süreci hızlandıracak birini nasıl buluruz diye araştırırlarken ben kapıdan girmişim. Ek bilet konusunu konuştuğum müdüre hanım tam o sırada Ercan Eker’e benim geleceğimden, belki bir yardımım olabileceğinden söz ediyormuş. “Elbette”, dedim, “hemen ilgilenecek bir meslektaşımı arar ve gereğinin yapılmasını sağlarım.” O dakika telefonda konuştum, önerimi yaptım, olumlu yanıt aldım. Kısa bir süre sonra oyunun başlamasına on dakika kaldığı anonsuyla içim rahatladı. En ön sıradaki protokol koltuğunda oturmak hiç bu kadar anlamlı olmamıştı. Sahnede sesi kısık kimse yoktu. Evet yine kendimi oynamıştım, ama bu kez de sahne dışında. En azından artık hayalimden haberdar başkaları da vardı. Umut dünyası…
Okumayı sevsem de olasılıkla iş polisiye yazmaya gelince cesaret edemem gibi geliyor. Hele de Agatha Christie gibi bu işin ustası olduğu her romanıyla kanıtlanmış bir yazara hayranlık duyarken, kendi naklen öykücülüğümden memnunken buna kalkışmamak daha doğru olabilir. Yine de onun Mary Westmacott takma adıyla duygusal romanlar yazdığını bildiğim için, yazarlık serüvenimin bir yerinde polisiye türü de yer alırsa şaşırmamalı.
Yaşayalım da (yazayım da) görelim.
GÖKSEL ALTINIŞIK
5 Şubat 2024, Denizli