Babamın Kelimeleriyle isimli tiyatro oyununa bileti alırken biraz kararsızdım. Demans tanısı almış bir babanın oğluyla yaşadıklarını, üstelik iç hesaplaşmaları üzerinden izlemeyi isteyip istemediğim konusunda çekincem vardı. Şu sıralar karamsarlık en son gereksindiğim duyguydu. Hafta boyunca hasta ve hasta yakınlarıyla empatide doz aşımına uğradıktan sonra hafta sonunda bunun yoksunluğunu çekmezdim. Yine de neredeyse bir görev sorumluluğuyla biletimi alıverdim. Üstelik Hasan Kasapoğlu Sahnesi, hastanemizin de içinde olduğu kampüste yer aldığı için o tarafa gitmişken yatan hastalarımı da görürüm diyerek cumartesi günü gündüz matinesini seçtim.
HASTA MI, YAKINI MI?
Oyunun başlamasından yarım saat önce fuayeye girdiğimde, on dakika kadar önce bir hastamın yakınlarına evinde ölmek istemesinin onun en doğal hakkı olduğundan söz etmiştim. Hem endişeli hem beklentili sorularını özenle yanıtlarken bir kez daha hangisinin daha zor olduğunu düşünüyordum: Hasta olmak mı hasta yakını olmak mı? Böyle durumlarda kendime hekim olarak biçtiğim rol, onlar bu süreci yaşarken benim eşliğimin bir fark yaratmasını sağlamak esasına dayanıyor. Geride kalanların kabullenme evresine erişebilmelerine yardımcı olacak, vicdan azabı çekmelerini önleyecek şekilde onlara özel zaman ayırır, sorularını umudu kaybettirmeden gerçekçi olmaya çalışarak yanıtlar, yanlarında olduğumu hissettiririm. Bu kez de olasılıkları dile getirdim, seçenekleri netleştirdim. Hastamı evine uğurlayıp hastaneden ayrılırken vizitin devamına gidiyormuşum gibi hissediyordum. Ne de olsa Alzheimer tanılı hastaları solunum sorunları nedeniyle sıkça hastanede yatırıp onların yakınlarının özel bir destek alması gerektiğini düşünürüm. İzleyeceğim tiyatro oyununda bu sorunlara yer verileceğini sanmıştım. Yanılmışım. Demans, bu oyunun karakterlerinden biri olacak denli somutlaştırılmamıştı. Amaçtan çok araçtı; insanın özünde olanın yolun sonunda ortaya çıktığını göstermeye yarayan bir araç.
Babamın Kelimeleriyle, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun bir oyunu. Justin Young’un eserinden sahneye aktarılmış. Nişan Şirinyan, Kerim Altınbaşak ve Gülizar Oltulu başarılı oyunculuklarıyla Don, Lou ve Flora karakterlerini canlandırıyorlar. Baba Don, sokakta sırılsıklam, yalınayak, kaybolmuşçasına dolaşırken polis tarafından bulunduğunda onlara oğlunun adını veriyor: Lou. On beş yıldır birbirini görmeyen ve bu zaman boyunca, oyunda belirtilmeyen bir nedenle hiç bağlantı kurmamış baba ve oğul böylece karşılaşıyor. Bence bu uzaklığın nedeni, annenin kanser nedeniyle ölmüş, babanın oğlunun sırtına küçük yaşlarından itibaren büyük beklentiler yüklemiş olması, oğulun da uzak hissettiği babasına bir karşı çıkış olarak babasının tabiriyle “unutulmuş” antik Yunan dilinde edebiyat akademisyeni olmasıyla bambaşka dünyalara dağılmaları olabilir. İzleyene fikir yürütme özgürlüğünün, oyunun belkemiği kısımlarında olmasa da böyle ayrıntılarda sunulması benim hoşuma gidiyor. Öte yandan Lou’nun oğluyla görüşmüyor olmasına bir neden bulamadım; bulmam da gerekmiyordu.
Don’ın gençliğinde kendi elleriyle yaptığı ağaçtan göl evine babasını getirip bırakacağını düşünen Lou, onu sokaklara sürükleyen durumu görünce onu artık evinde bırakamayacağını anlayarak bir bakım evine yatırmayı, orada çok sıra olduğunu görünce de evde kalacak bir bakıcı tutmayı tasarlıyor. Bütünüyle insanlık gerekçesiyle. Bakıcı adayı olarak gelen Flora’nın geceleri kalamayacak olması, ayrıca geceleri bir demans hastasının yalnız kalamayacağında ısrar etmesi, babayla oğulun kaçırdıkları zamanı yakalamak için son şansları olduğunu fark etmesi için Lou’yu incelikle yönlendirmesi sonucu Lou çocukluğunun evine taşınıyor. Sonrasında genelde ikili giden sahneler iç içe geçiyor. Zil sesiyle ayrılarak akıp gidiyor.
Dekor bence çok etkileyiciydi. Beyaz perdelerle kapatılan iki ayrı odanın arasında evin dış kapısı ve üzerinde gemi güvertesi de olabilen üst kat, onların ön kısmında harıl harıl yanan bir soba, şık bir yazı masası, sıradan sandalyeler, retro mutfak gereçleriyle mutfak tezgâhı ve yine retro büyük beyaz bir buzdolabı. Her bir parça ile tek tek ilgilenildiği izlenimi aldım ve en çok bu hoşuma gitti. Dekorda yer alan bütün objeleri çok güzel kullandılar. Yazı masasının üzerindeki elektrikli daktiloya, fakülte yıllarındaki öykülerimi gece nöbetlerinde yazdığım sekreter daktilosunu anımsattığı için bayıldım. Orada Lou ne yazdıysa, sobanın yan tarafındaki duvarda seyircilerin okuyacağı şekilde görüntülenmesi, ses ve yazılanı silme efektleri eşliğinde çeviri yaparken yaşanan, kararsızlıkla karışık en iyi seçeneği arama telaşını izlemek etkileyiciydi.
DESTANLA GİT-GEL
Homeros’dan Odysseia’nın gerçek zamanlı çevirisi bir yandan orada akarken yavaş yavaş izlediğimiz öyküdeki baba, oğul, gemi üçgenine de göndermeler yapıyordu. Aralarındaki bir başka ortaklığı hem Babamın Kelimeleriyle oyununda hem Odysseia destanında olayların anılar, geriye dönüşler ve olaylar arasında atlamalarla aktarılması olarak gözlemledim. Bu arada bana göre gemi de -kâğıttan yapılan, ayrıca destanda ve geçmişte sözü geçen gemileri kapsayan imgeyle- oyunun karakterlerinden biriydi. Bu izleğin, oldukça iyi kullanıldığını düşünüyorum.
Demans hakkında hiçbir fikri olmayan Lou, ağırlığının derecesini anlatmak için babasının arada anlamsız sözcüklerle konuşmasını örnek olarak verse de Flora’nın, Don’un söylediklerinin Galce anlamlı tümceler olduğunu fark etmesi, onunla kısa bir diyaloğa girmesi önemli bir dönemeç görevi görüyor. Bu bağlamda gizem önce yükseliyor, iki genci ortak bir amaçta birleştiriyor, en sonda Flora’nın azimle sürdürdüğü bir arşiv araştırması sayesinde çözülüyor. Öykü içindeki bu öyküyü ayrıca çok sevdim. Beklemediğim bir geçmişti; bütün taşları yerli yerine oturtmayı başardı.
Oyunda bazı yerler, bana göre bilinçli biçimde, belirsiz bırakılsa da akışta tutarsızlık saptamadım. Galce, Yunanca konuşulması riskli bir seçim olabilecekken çevirilerin ders anlatımı ya da diyalog sırasında yapılması oldukça işlevseldi. Yer yer ve tam dozunda Bach dinlemek izlencede müzik gereksinimini çok güzel karşıladı. Aradan aylar geçtiğini ekranda beliren ifadelerle fark edebildik. Bu sırada Flora sürekli giysi değiştirirken, konumu gereği Don’ın değiştirmemesi tuhaf gelmezken Lou hep aynı giysilerle olunca geçen zamanı mevsimler üzerinden izlemek eksik kaldı. Bunu küçük bir nazar boncuğu olarak görüyorum. Yazım okunursa belki üzerine düşünmek için bir saptama…
Mizansen gereği tütün ürününe yer verildiği oyundan karelerin paylaşıldığı panoda belirtilmişti. Önceki deneyimim nedeniyle ilk anda bu uyarı irkilmeme neden olsa da yalnızca küçücük bir anda, içenin “kötü alışkanlık, maalesef kurtulamadım” ifadelerinin eşliği o anda yer almasının metnin özgün hâline sadık kalma amaçlı olduğunu düşündürdü. En önde oturmamam nedeniyle kaygı duysam da sahnenin havalandırması o sırada güçlü çalışarak hafif bile olsa kokusunu almamamı sağladı. Durup ince şeyleri düşünenler olduğuna ikna oldum.
Babamın Kelimeleriyle oyununun tanıtım yazısını, Devlet Tiyatroları sayfasından oyun sonrası bir daha okudum. Kısa denebilecek bu yazıdaki alıntıyı görmek beni mutlu etti. Bu replikler, kâğıt, kalemim olsaydı ve not etseydim, diye içimden geçirdiğim kısımlardan biriydi. Hikâye yazan ve anlatmayı da seven, konu ne olursa olsun içine insan hikâyesi girdiğinde bir başka boyuta taşındığını savunan bir insan olarak bu ifadeden etkilenmem hiç şaşırtıcı değil.
“Kendi hatalarınızın sonraki kuşaklar tarafından tekrarlanmamasını nasıl garanti altına alabilirsiniz?
Cevap: Onlara bir hikâye anlatırsınız.”
Göksel Altınışık Ergur