Kelebeğin Rüyası filmini Denizli Büyükşehir Belediyesi Yaz Sinemaları etkinliğinin son gününde izledik. Aslında yaz aylarında haftada iki kez olmak üzere farklı filmlerin gösterimini ana arter yollardaki reklam panolarında yer alan duyurularından takip ediyordum. İzlediğim, sevdiğim filmlerdi. Denizli’nin en işlek bölgelerinden birindeki amfitiyatrosu bu amaçla açık hava sinemaları işlevine bürünmüştü. Gazoz ve patlamış mısır ikramlı bu çağrıların hepsi cazipti cazip olmasına da hayatın koşturmacası galip geliyordu.
Zor bir haftanın sonunda eve en yakın duraklardan birindeki sinema afişini, kırmızı ışık yanması, o taraftaki koltuklardan birinde oturmam nedeniyle öncekilerden biraz uzun görebildim. Sabahtan akşama bilgisayar başında geçen iş haftası, öncesindeki birikimlerle birlikte beynimi uyuşturmuştu. Ancak afişin canlılığı ve filmden belleğimde kalan izlerin gücü bir silkinme olanağı yakalamamı sağlayabildi. Bu seferki gösterim hafta sonuydu, ertesi gündü, söz konusu film Kelebeğin Rüyası idi. Eve gider gitmez ücretsiz bilet sitesine girip biletimi almıştım. Evden on dakika uzaklıktaki bir tiyatroda, adeta ayağıma gelmiş bir olanağa sırtımı dönmek, ruhumu teknoloji baskısı ve insanların dertlerine çare olmaya çalışmakla geçmiş haftanın tortularından arındırma şansını tepmek olacaktı. Hevesle bu şansa tutundum.
Daha önce bu filmi izlemiş olmanın hiçbir olumsuz etkisini yaşamadığım bir deneyimdi. Hoş bende filmlerden en çok etkilendiğim birkaç replikten başka ayrıntı kalmaz. Bunu önlemenin tek yolu, anlatmamdır. Ne kadar çok kez anlatırsam belleğimde o kadar uzun kalır. Bu filmden bana kalan replik: Unutmak değil ama anımsamamak mümkün. Kalbimiz Attıkça hasta hikâyeleri kitabımda yer verdiğim için. Bir de tüberkülozun ülkemizdeki tarihinden, meslek hastalıklarından öğrencilerime söz ederken dersimi daha akılda kalıcı kılmak için aktardığım bazı sahne tasvirleri. Öte yandan izlediğim filmlerin duygusu, onları dün izlemişim gibi canlıdır; ayrıntılar ışık hızıyla silinmiş olsa bile. Gösterime gitmeden içimi yokladım; bu filmden hüzün ve tutku kalmış. Hangisinin nereden geldiğini anlamak için bile yeniden izlemeye değerdi. Filmi anlatmayacağım. Benim amacım, ders niteliğinde olan yönlerinin altını kendimce çizmek. Merak uyandırabilirsem izlemek isteyenler için internet filmin bütününe ulaşmak için çok sayıda seçenekle dolu. Gerçi, açık hava sinemasında, dev ekranda izlemenin etkisini yaratmayacaktır. Bunu kendimden biliyorum. Görüntülerin etkileyiciliği, konunun gerçek bir hikâyeye dayandığını en baştan beyan eden, sonrasında da gerçekçiliğiyle, en sonda ana kahramanların akıbetini fotoğrafları eşliğinde sunmasıyla hikâyenin aslına sadık kalındığını gösteren bu film için yönetmen ve başrol oyuncusu Yılmaz Erdoğan, görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki, başrol oyuncuları Mert Fırat, Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin, Farah Zeynep Abdullah ve figüranlardan başlayarak emeği geçen herkesi kutlamak istiyorum. T.C. Kültür Bakanlığı’nın desteğinin, dış mekânlarda, o yılların şehir ve Heybeliada Sanatoryumu dekorlarında, kalabalık kadroyu, hepsiyle görsel ihtişamı yaratmada önemli bir maddi katkı sağladığını düşündürdü bana. Ortaya harika bir sanat eseri çıkmış. Sinemayı 7. Sanat sayanlara katılmamı sağlayan sayılı yapıtlardan birini izlemek çok güzeldi. Üstelik, hekimlik ve şiir olarak iki tutkumu birleştirmesi bu filmi ayrı bir yere koymama yol açtı ve hemen hakkında yazmaya koyuldum.
Amfitiyatro, belli bir yaş üzerindeki izleyicilerin anılarındaki yazlık sinemaları canlandırmak için güzel bir seçim olmuş. Çocukluğumdan başlıyor bu anılarım. Bu yıl ilk kez yapılan gösterimleri duyduğumda andan beri en az birinde bulunmayı bu nedenle de istiyordum. Etkinlik afişinde yedi yaş sınırı çok ince biçimde belirtilmiş. Yine de ben bu yaşın altında ya da hemen yakınında çocuk az da olsa gördüm. Birinin birkaç kez sahne tarafına gidip gelmesi dışında varlıkları hissedilip rahatsızlık vermedi doğrusu. Sessizlerdi. Yine de özellikle hastalığın ve sonunun çok gerçekçi canlandırıldığı sahneler, filmde sürekli sigara içilmesi (hastalık süreçlerini yaşayışlarından da belli olduğu üzere kahramanlarının sağlığına özensizlik vurgusu için yer verilmiş olabileceğini bilmekle birlikte) küçük çocukları olumsuz etkilemiş midir diye düşünmeden edemiyorum. Filmin konusunu, hattâ detayını öğrenerek ebeveynlerin bu konuda tercih kullanılması daha iyi olabilir. Özellikle belirtmek, hattâ teşekkür etmek istediğim, bir diğer teknik konu ise film başlamadan önce cep telefonlarının kapatılması yanında sigara içilmemesi uyarısının yapılmasıydı. İlk kez denk geldim, etkilendim, sürmesini, yaygınlaşmasını istedim. Benim çevrem için söylemeliyim ki bu uyarı yerini buldu, çok rahat ettik. Gelelim filme…
Tarih dersi ile başlıyor film: İş Mükellefiyet Kanunu hakkında bir bilgiyle. Bunu öğrenince olaylar örgüsündeki bazı ayrıntıları açıklayan taşlar yerli yerine oturuyor. Maden işçilerinin çıkmazlarının günümüzdeki çeşitliliğine, eskide kalmış, belki bakış açısının genetiğini inşa etmiş bir kanundan başlayarak gelmemizi sağlıyor. Bu kanun, 1941 yılında, Zonguldak ilinin bütün köylerinde yaşayan 15-65 yaş arasındaki erkek vatandaşların kömür madeninde çalışma mükellefi olduğunu söylüyor. Filmin geçtiği dönem de Zonguldak’ta yaşayan iki genç şairimizin yirmili yaşlarında olduğu bu zamanları içeriyor. Verem ana karakterlerden biri gibi olduğu için o konudaki tarihsel bilgiye de bakmak yararlı olur. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu 1930 yılında yürürlüğe girip veremli olduğu saptananların bulaşmayı önlemek üzere sağlık kurumlarında tecrit veya tedavisini zorunlu kılar; zira veremin bir bakteri tarafından oluşturulduğunu ve hava yoluyla bulaştığını ortaya koyulması Robert Koch’un 1882’de tüberküloz basilini göstermesine dayanır. Uzun süre sanatoryumda bol gıda-güneş banyosu-istirahat tedavisi uygulandıktan sonra Streptomisinin tüberküloz basiline karşı etkili olduğunun 1945 yılında keşfedilmesi ve birbirini izleyen yeni keşiflerle uzun zamandır verem artık tedavi edilebilir bir hastalık olarak bilinmektedir. Bulaşıcılığı bağlamında ise BCG aşısı uygulamaları, yeni tanı alan hastaların temaslılarının taramaları, toplu yaşanan yerlerdeki önlemler, yakınması olanların hangi durumda tüberkülozun akla getirilip balgam incelemesi yapılacağının hekim adaylarına tıp fakültelerinde öğretilmeye devam edilmesi, tüberkülozla savaşın 1950’li yıllarda etkili bir biçimde yürütülmesiyle tarihe Türk mucizesi olarak geçmesini sağlayan Verem Savaşı Dispanserlerinin koruyucu hekimliğin geri planda kaldığı sağlık sistemlerinde bile özverili çalışmalarından söz etmek gerekir. Maden işçileri silikozis adında bir meslek hastalığı için risk altındadır. Üstelik veremle birlikteliğinin sık olması nedeniyle silikotüberküloz olarak ayrı bir klinik tablo da söz konusudur. Toplum sağlığı açısından halen çok önemli bir konu olan tüberküloz, iyi beslenmeme, sağlıklı yaşam koşullarına sahip olmama etkenleri nedeni ile sağlıkta eşitsizlik konusunun ele alınması açısından önemli bir örnektir. Böyle olunca da edebiyat sanat yapıtlarında veremi birçok roman ve hikâyenin ana unsurlardan biri olarak bulmak mümkündür.
Heybeliada Sanatoryumu, çok uzun yıllar hem hastalara şifa dağıtmış hem birçok yetenekli, özverili hekimin yetişmesinde eğitim yuvası olmuştur. Hasta sayısının azalması ve adaya ulaşım zorluğu gerekçesiyle boşaltıldığı 2005 yılından itibaren hastane olarak işlev görmemektedir. Oysa sosyal devlet anlayışındaki çözülme, 1950’li yıllarda olanakları genişletilip önemli bir sağlık kuruluşu olmasına karşın 1980 sonrasında ödeneğin kesilmesi, masraflarını karşılayamayacak duruma gelmesi bu sonuçta önemli bir etken olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla ülkemizin ilk salgın hastanesi olarak 1924 yılında kurulduğunu, önemli isimlerin tedavi olduğu bir hastane olduğunu biliyoruz. Kelebeğin Rüyası filminin çekimleri için kısmen restore edilmiştir. Belki de yeniden kapılarını, başka bir yapıyla da olsa insanlara açması için bu bir şanstı.
Son yıllarda ise Heybeliada Sanatoryumu, Türk Toraks Derneği’nin de içinde olduğu pek çok dernek ve sivil toplum kuruluşu tarafından oranın anlamına uygun bir yapıda hayata döndürülmesi için uğraş verilmektedir. Örneğin Türk Tıp Tarihi müzesi olması talebi benim için de en uygun, heyecan veren bir olasılıktır. Yakın zamanda geniş katılımlı kampanyalar sonucu Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilme kararı iptal edilmiş olup geçmişin bu ikonik mekânı geleceğini beklemektedir. Filmin özel sahnelerinde o güzel binayı gördükçe, daha fazla beklemeden orada tıp tarihimizi içerdiği dersler, başarılar, hatta küresel salgının ülkemizdeki süreci hakkında tarihe not düşülmesini sağlayacak belgelerle kalıcı biçimde somutlaştırılmasını dilememek mümkün değildi.
Thomas Mann’ın 1929 yılında Nobel ödülünü almasını sağlayan kitaplarının başında gelen Büyülü Dağ adlı kitabı, sanatoryum sahneleri boyunca karşılaştırmalı olarak zihnimde dolaştı. O özel kitabın sosyoloji dersi niteliğini, gerçekçi roman geleneğinde önemli bir örnek olduğunu düşününce Kelebeğin Rüyası filminin ana izleğinde yer alan şiirimizin Birinci Yeni akımıyla bağlantı kurdum. Şiiri bana sevdiren Orhan Veli’yi, ona özenip yazdığım şiirleri zihnimin arka planında açık tutarak filmdeki şiirlerin keyfine vardım. Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ın başlangıçta ilk Garip kitabında yer aldıktan sonra farklı şiir tercihleriyle ilerlemesinin ardından ikinci kitabı Orhan Veli çıkarmıştır. Filmde de geçen bu kitap, yapılmakta olan şiir devrimine Garip akımı, şairlerine de Garipçiler denmesinin nedenidir. Filmin senaryosunda, Varlık Dergisi’nde şiirlerini yayımlatmaya çalışan iki genç şairin şiirleri ve kendi kitaplarını çevrelerinde yayma çabaları da önemli yer tutmaktadır. Aslında, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun unutulmuş hikâyesi gün yüzüne çıkarılmaktadır. Şairlerin Zonguldak’ta geçen lise yıllarında edebiyat öğretmenleri olmuş Behçet Necatigil hikâyenin anlatıcısıdır. Böyle olunca şiirler, özellikle o dönemde birinci yeni akımının temsilcilerini şiiri ayağa düşürmekle suçlanan ya da toplumcu şiiri engellediği için reddedilen yeni şiir örnekleri olarak repliklerde bolca geçmektedir. İki genç şairin Suzan ile ilk söyleşilerinde onun sanattan, edebiyattan “hiç anlamam” demesi üzerine “Bir şair, şiirden anlamayan biriyle şiirsel bir ortamda uzun süre kalırsa şiirden kesilir; biz bundan çok korkarız” diyerek uzaklaşma numarası yapıp sonra Suzan üzerinden şiir düellosu kurgulamaları bence hoş bir bağlam oluşturmuştur. Ayrıca yeri gelmişken söylemek isterim ki ben de Rüştü Onur’un şiirini seçerdim.
Birinci Yeni şiir akımının genel özelliklerini filmdeki şiirlerde bulmak, böylece edebiyat derslerinde teorik bilgi olarak aktarılan maddeleri içselleştirmek mümkün olabilmektedir: ölçüsüz ve kafiyesiz, günlük konuşma dilinde, yalınlığa önem veren, süsleme, mecaz ve yapaylıktan kaçınan, söz ve anlam oyunlarını bırakıp daha önce kullanılmamış sözcüklere yer veren, halk şiirinden yararlanan, sıradan insanı şiire konu eden, yaşam sevincini şiire yansıtan, özellikle şairane söyleyişe karşı çıkan bir şiir yaklaşımı. Orhan Veli’nin şiirleri ile şiiri sevdiğimi söyleyebilirim. İlk şiirlerimde kesif bir etkisi görülür. Gün yüzü görmemiş şiirlerim, bir gün gelir benden sonra yayımlanır mı bilemem; bunu belirleyecek kişi ben değilim. Razı mıyım, onu bile şu an bilmiyorum. Yine de içimden geldi diye o zamanlardan bir-iki şiirimi burada paylaşacağım. Bir fikir vermesi için; belki de o küçük kıza onu unutmadığımı, onunla gurur duyduğumu gösterme gereksinimi duyuverdiğimden. İlkinde yaşım 18; kim bilir hangi duygular….
Umutsuzluğa küs,
Sevgilerle barışığım.
Ölümden söz etme, sus,
Ben yaşama aşığım.
Öpüşmek yasak olduğunda bile aşk bulur bir çözümünü: Nefesini tut.
Diğer şiirimi yazdığımda ise 20 yaşında, hekim olmaya yaklaşmış bir genç kızdım. Gelinciğin Yalnızlığı şiir kitabımda hem Türkçesi hem İngilizcesi olan şiirlerimden.
İnsanlar ekmek kavgasındaymış
Açlıkmış güçlerinin kaynağı
İsteyip de elde etmek
Düşten öte, büyük lüksmüş
Ter dökmekle
Demir dövmekle
Kadere sövmekle
Geçiyormuş günler
Yaş akıtmadan olmuyormuş
Olması gerekenler.
Peki sen bunca zaman
Nasıl uyumuşsun?
Ah, küçük burjuva,
Yanlış yöne koşmuşsun.
Yaz bitti. Yaz sinemasının son gösterimini ılık bir yazdan kalma gecede, yıldızların altında, ay ışığının dostluğunda güzel bir anıya dönüştürürken anılar arasındaki gezintiyle. Eski şiir defterlerimi çıkardım; Muzaffer Tayyip Uslu’nun Heybeliada Sanatoryumu başhekimine neden öyle bir şairin ölmesine izin vermemesi gerektiğine kanıt sunduğu şiirini yazdığı gibi defterler… İyi ki duruyorlar, dedim, yazdıklarımı sakladığıma bir kez daha sevindim. Nereden nereye, dedim, nereye diye sordum.
Bugün hava bulutlu, sağanak yağış haberleri geliyor… Gözlerim durur mu?
Göksel Altınışık Ergur
15 Eylül 2024, Denizli