İçim içime sığmıyor…
İç içe adlı öykü kitabımız okuyucularıyla buluştu.
Bununla da kalmadı; kendi hikâyelerini doğurmaya başladı.
Bundan dört yıl kadar önce yazılan öykülerin, gün yüzüne çıkma zamanı bugünlermiş. En uygun zamanı kendileri seçmiş. Bize de keyfini sürmek düştü. Kitabın özelliği şu –özel olduğunu düşünüyorum; çünkü süreci bildiğimden bir benzeri olmasının zorluğunun farkındayım–: Her bir öykü Ali Ergur ile benim aramdaki elektronik postalar üzerinden yazıldı. İlk kimin zihnine düştüyse onun klavyesinden dökülmeye başladı, tıkandığı yerde diğerine gönderilip onun gittiği yere dek devamını getirmesi beklendi, sonra bu iki zihin ve yürek arasındaki gidiş gelişler aynı şekilde sürdü. Biri artık son noktanın konması gerektiğini hissettiğinde öykü tamamlandı. Bir sonraki öykü için aynı döngü başlayana dek zihinler nadasta, yürekler tohumda zaman geçirdi. Kulağa hoş geliyor, değil mi? Okuyanların söylediğine göre duyguya da hoş geliyormuş.
Öykülerden söz etmeyeceğim. Okuyanlar tadını iyice çıkarsın diye… Şu kadarını söyleyeyim: İlk dört öykü aşk izleğinde ilerliyor. Bunun ötesinde ise geçtiği zamana ve mekâna ilişkin gözlemler, bilgiler, saptamalar içeriyor. Bütünüyle kurgudan oluşan anlatılarımızın içine bunları serpiştirebilmek için özenli araştırmalar yaptığımızı söyleyebilirim. Akışta öykü yolunu seçmiş ilerlerken karşımıza çıkıveren detaylar, ya birimizin zihninin derinlerinden çıkıp gelerek diğerini aynı geçmişe ortak etmek üzere ya gelecek umutlarının arasından paylaşılma dürtüsüyle anlatıda yerini aldı. Bitirip geriye baktığımızda daha iyi görüyoruz ki bu birlikte üretme edimini bir “yapı-söküm” ve “yeniden inşa” sürecine dönüştürmüşüz. Belki de insanlar arası ilişkilere dışardan bakmak ve bu sayede hem kendi bakışımızı hem karşıdakinin bakışını daha net görebilmemizi, anlatmayı bıraktığımızda bizim yerimize bunu yapan kişinin önümüze açtığı yol seçeneklerini fark etmemizi, kendimizle birlikte karşımızdakini tanımamızı sağlayacak bir yöntem olarak tanımlanabilir. Sunuş yazısında da söylediğimiz gibi: “Sonuçta bu kitap, ikimizin de kendi içinden bir başka ben çıkarmasını sağladı. Umarız, okuyucunun da ikiye bölünüp kendini tamamlamasına, kendiyle kıyasıya bir satranç oynamasına yol açar. Bizi özgürleştirdiği gibi onu da özgürleştirir. Kitabın son sayfasını çevirdiği zaman, bizim son sözcüğü yazdığımız andaki hazzı tadar: Kendine yenilip kendini kazanma hazzını...”
Gelelim İç İçe’nin kitap olarak kendi öykülerini doğurma sürecine… İlk öykü, Pera Palas’ta geçiyor. Bu tarihi otelin inşa edildiği dönemin diğer değerleriyle harmanlanırken zamanı ve mekânı yine aşkın hizmetine sunuyor. Dokunduğu aşkı özel kılıyor. Kitabın basıma hazırlandığı günlerde orada bir düğüne davet edilmemiz özel bir rastlantıymış. O an bu bağlantıyı kurmamıştım; henüz kitabı somut olarak elime almadığım, ilk öyküyü sanki biz yazmamışız gibi heyecan, mutluluk ve tutkuyla okumadığım için olabilir. Kitabım geldiğinde en baştan okumaya başladığımda, hatta öyküyü bitirip sayfalarda ilerlemeyi sürdürmekteyken birden zihnim berraklaşıverdi. İlk öykünün ana mekânında bir başka aşkın kutlaması için bulunacaktık. Aradaki bağlantı, hayallerim için artık aşikârdı; iş eyleme dökerek gerçekleştirmekteydi. Yolu kendiliğinden açıldı. Aynı tarihte bir kongre görevi, yüksek lisans bitirme kutlaması, daha birkaç sorumluluk yolculuğumun taşlarını döşeyiverdi.
Pera Palas Otel’e o akşam erkenden gittik. Orada gerçek anlamda olmanın duygusunu baş başa içimize sindirmek, tazelenmek için… Son anda çantama koyduğum kitap, orada fotoğraflamak, birkaç sayfasını koltuklarında otururken okumak, arada gözümü kaldırıp etrafımı seyrederken hayallere dalmak içindi. Birden başka bir tasarının içinde buldum kendimi. Hayatım proje… Pera Palas’ta geçen üç ünlü roman olduğunu biliyordum: Ernest Hemingway’den The Snows of Kilimanjaro (Kilimanjero’nun Karları), Graham Greene’den Travels With My Aunt (Teyzemle Geziler), Agatha Christie’den Doğu Ekspresi’nde Cinayet. Ayrıca Pera Palas Otel’in çok etkileyici bir kitaplığı vardı, orada bu kitaplığın okurları için imzalanmış çok değerli kitaplar… Bizim kitabımız da oraya yaraşırdı.
Hemen harekete geçtim ve otelin girişinde konukları karşılayan genç bir delikanlıya otel müdürü ya da halkla ilişkiler sorumlusu ile görüşüp otelin kitaplığına kitabımızı armağan etmek istediğimi söyleyerek o kişiye nasıl ulaşabileceğimi sordum. Düğün hazırlıklarıyla da ilgilendiğini söyleyerek önüme düştü, birlikte aradık. Bulamayınca görür görmez benim yanıma getireceğini söyledi ve biraz sonra da aklımdaki konuyu danışabileceğim kişiyi Orient Bar’a getirdi: Barış Atik. O andan sonra İç İçe’yi Pera Palas Kitaplığına armağan etmek, sonuca doğru büyük adımlarla ilerlemeye başlayan, belki de hayatımın en hızlı gerçekleşen tasarısı oldu. İçtenlikle, incelikle, karşılıklı yarışan tevazularımızla konuyu konuşmaya başladık. Kitabın artık orada olması, yuvasına götürüp bırakmışım duygusuyla içimi ısıtırken yüzyılı aşan bir zaman içinde kültürün biriktirildiği bir yerde insan varlığının ve yapıtlarının nasıl özel bir anlam kazandığını fark etmenin umudu da içimi kapladı. Hayallerin arkası kesilir mi? Tarihi Pera Palas Otel’e yolu düşenlerin, ki içine girip gezinerek tarihe yolculuk yapmayı seçen bütün ziyaretçilere de kapısının açık olduğunun tanığıyım, bir koltuğa oturup İç İçe’den en azından ilk öyküyü okuduklarını hayal ederken bambaşka duygularla sarıldım.
Öylesine doğalında yaşanmıştı ki süreç başka türlüsü olamazmış gibi hissetmeye ve olağanüstü bir an olarak yaşadığım dakikaları kanıksamaya başlamıştım. İç İçe kitabımızın son öyküsü, diğerlerinden çok farklı. Tarz değiştirip oradan devam edeceğimiz beklentisiyle başka bir çizgiye geçtiğimiz bir öykü… Onun geçtiği yer de İstanbul’da: Bebek Bar. Dışarıda güneşi görünce, içim önceki gecenin duygusuyla hâlen kıpır kıpırken bir tasarı daha filizlendi. Gider Bebek Bar’a da bir kitap bırakırım; orada da son öyküyü okur barın konukları. Biri kolayca gerçekleşti diye zincirleme hayal tamlaması olmuyormuş. Bebek sahilinde mutlu ve heyecanlı yürüdüm. Bebek Otel’in levhasının önünde durdum. İçimi güzel havayla doldurdum. Tam kapıya doğru bir hamle yaptım ki görevli “Rezervasyonun yoksa içeri girme ihtimalin sıfır” diyerek beni olduğum yere çiviledi. Beklemediğim bu durum karşısında tümcelerimi saklandıkları yerden çıkmaya zorla ikna ederek “Bir kitap yazdık. İçinde Bebek Bar geçiyor, kitabı buraya bırakmak isterim” dedim. Sonra benim için bu denli özel bir tasarıyı böyle sakınmadan dışa vurduğum için kendime kızdım. Görevlinin yandaki kapıyı işaret ederek içeride oturan kıza bunu anlatabileceğimi söylemesi üzerine oraya yöneldim. Aynı tümceleri içeride oturduğu yerden kalkıp yanıma gelen kıza sıraladım. Yeni sözler aramaya cesaretim yoktu. Yanıt olarak iki yıl önce otelin ve barın el değiştirdiğini, mekânda da belirgin değişiklikler yapıldığını, kitaplıkları olmadığı gibi bu kitabı muhafaza edebilecekleri bir yerleri de olmadığını belirtti. Küresel salgına bir değeri daha kaybettiğim gerçeğiyle sarsıldım. Konuşmaya güç bulunca, kitaptaki ilk öykünün Pera Palas’ta geçtiğini ve oraya kitabı aynı gerekçeyle bıraktığımı söylediğimde “Onların kitaplığı var tabii” dedi. “Çok merak ettim kitabınızı; ben okumak isterim” deseydi ona verecektim. “Bırakmayayım mı öyleyse?” diye sordum; “Siz bilirsiniz, ama yapabileceğim bir şey yok” yanıtını alınca kitabımı orada bırakmaya gönlüm elvermeyerek ayrıldım. Ardımdan kitap için tebrik etti, belli belirsiz, kırgın teşekkür ettim. Üzerine düşünmek sonradan aklıma geldi; belki de o kitabı almak yeni Bebek Bar’ın sürecini başlatan kırılma noktası olacaktı. Kültür biriktirerek kurumsallaşacaklardı. İlk kabul edilen kitap, kitaplıklarının oluşması için bir gerekçe verecek, arkası gelecek, insanlar kitap için de orayı seçecek, belki o da 126 yıla erişebilecekti. Tarihte böylesi yol ayrımları olmalı. Geriye bakarak görülebilen ya da görülemeyen, ama akışı değiştiren karar anları mutlaka vardır.
Evet, Pera Palas’ın kitaplığı vardı. Ama o yapıyı oraya koyan aslında yüz yıldan öteye uzanan tarihinin ilmek ilmek damıttığı kültürel birikimiydi. Bütün kültürlerin temelinde, o toplum için neyin önemli, değerli, istenir, yaşanır olduğu yatmaktadır. Toplumlar değişirken bu değişmenin yönü, o toplumda yaşayan insanların kültürel gelişmelerini etkilemektedir. Bunun tersi de mümkündür; insanların kültürel gelişmeleri toplumdaki değişmenin yönünü belirler. Düşüncelerin ve değerlerin ömrü onları benimseyen, sürdüren insanların, aslında bireyden ayrı olarak da bu düşünce ve değerleri sahiplenen, gelecek nesillere aktaran kurumsallaşmaların varlığına bağlıdır. Kapısından girer girmez sizi ilk karşılayanlar, tarihi oldukça eskilere uzanan tablolarsa, henüz ününün doruğuna çıkmamışken bir ressamın armağan ettiği tablo tarihi asansörle aynı kadraja sığabilecek kadar o mekânın kalbindeyse, mobilyası, gündelik eşyaları kullanıldıkları ilk günün modasını bugün de canlı tutabiliyorsa, etrafınızda gördüğünüz, bakmaya doyamadığınız, dokunmaya yasak olmamasına karşın çekindiğiniz o parçaların üzerine hep birlikte titriyorsanız, orası kültürün birbirine eklenen doğasını özümsemiş çölde vahalardandır. Orada birlikte olmaya, bir araya gelip söyleşmeye, kuyruklu piyano başında şarkıcıya “Ah bir varmış bir yokmuş eski günlerde” eşlik etmeye, zarifliği iliklerimizde hissetmeye, bir köşeye çekilip karalama defterine bir şeyler yazmaya, elimize aldığımız kitabın sayfalarında serüvenlere atılmaya, yaşadığımızı bütün hücrelerimize duyurmaya tarihinin hiçbir zamanında olmadığı kadar gereksinimimiz var. Kültürü insanlar oluşturduğu gibi de kültür insanları dönüştürüyor, hangi değerlerde buluşacaklarını belirliyor. Gelecek kuşaklara aktaracağımız kültüre sahip çıkmamız bu nedenle önemli.
Biz gittik, doyasıya nefes aldık, bir parçamızı emanet ettik. Yolunuz düşerse kapısından giriverin, kültürün özenle korunması gereken bir somutlamasına tanıklık edin, kitaplığı bulun, İç İçe’yi sorun, hemen oracıkta ilk öyküsünü okuyun. Aşkta ve aşkla kalın.
GÖKSEL ALTINIŞIK
10 Ekim 2021, Denizli