Biz hafta sonu yalnızca bir tiyatro oyunu izlemeye gitmedik, aynı zamanda yaşamımıza günler sürecek bir tiyatro penceresi açtık.
Aylar aylar öncesinden, sevgili arkadaşım Kübra Şafak’ın bir oyun yönettiğini, Kertenkelenin Ardından adlı bu oyun ile farklı şehirlerde temsiller verdiklerini duyduğumdan beridir oyunu İstanbul’da mı, İzmir’de mi yoksa bir şans eseri Denizli’de mi izleyebilirim, diye düşünüyordum. Düşünmekle kalmayıp fırsat kolluyordum. Uzun zaman olmuştu böyle bir oyunun peşine düşmeyeli. Sosyal medyada karşıma çıkan bir duyurudan, arkadaş gruplarında ortak bir tasarı için yazışılan sohbetten ya da gözüme ilişen bir afişten (ki küresel salgınla hastane ev arasında geçen bir hayata evrilmişken bu da sık olamıyordu) duyduğum bir tiyatro oyunu oluyor, ancak gitmek için bir türlü zamanım uymuyordu. Bu kez işin içinde dostluk, hayalleri ertelememek üzerine yaptığımız söyleşilerin meyve verdiği bir aşamaya tanıklık etme şansı, kalabalıklarla yapılan sosyal etkinliklerden epeydir uzak kalmanın yarattığı mutsuzluk gibi etmenler vardı. Üstelik oyun ayağıma, evimden birkaç dakika uzaktaki bir sahneye geliverince bu şansı kaçıramazdım.
Sanattan Yansımalar'daki köşeme nasıl hevesle kurulmuş, sanata dokunan yazılar ortaya çıkarabileceğim anları dört gözle bekler olmuştum. Sanatın yaşamımdaki yeri sıfır olmasa da katılabildiğim az sayıdaki etkinlik, ele alma yetkinliği hissedememem yüzünden yazılarım arasında yer bulamıyordu. Neyi çoğaltırsak onu yaşarız derim; ben de işte çalışmayı çoğaltmıştım ve bunun kaçamadığım bir sonucu olarak işin içinde boğuşuyor, boğuluyordum. İşte böyle bir zamanda bana bir nefes alma olanağı doğdu. Ruhumu karmaşanın yüzeyine çıkarıp derin bir oh çekmesini sağlayabilecektim. Yine kendimi yetkin görmediğim bir alandı; bu kez tiyatro. Yine de bu kez yazacaklarıma, hayallerim, anılarım, önceki seyirlerim, bir gün içinde yer almaya yönelik tasarılarım can verebilirdi. Üstelik oyunun ardından gündelik yaşamın anlarına tiyatro penceresinden birlikte bakacağım biri olunca, üzerine onunla düşünüp söyleşince yazmaya değer olduğunu fark ettiğim noktalar ortaya çıktı.
Önce oyundan söz etmeliyim.
O gece uyurken, uykuda ve sabaha karşı uyanırken aklımda hep oyundan sahneler vardı. Kimi üzerine daha derin düşünmek için duyduğumda zihnimin kıvrımlarına iliştirdiğim repliklerden kimi izlerken ne güzel bir buluş diye içimden çığlık attığım sahnelerden izler taşıyordu. Uyku ile uyanıklığın teğet zamanlarında yaşanınca izlediklerimin bütününü değil ancak izlerini, çağrışımlarını ve bilinçaltı yansımalarını taşıması şaşırtıcı olmamalı. Yine de aklıma takılan kısımlar bütün canlılığıyla kendini dayatan alıntılara dayanıyordu. Bir kadın oyunu olarak tanıtılmıştı. Tek kişilik oyunun kadın kahramanı, oyun boyunca, kadınlara tanıdık gelecek anlaşılmama, yargılanma, gücünün farkında olmama, bir yanılsamaya kendini bırakma, yalnızlaşma anlarını yaşıyor.
Oyunun özeti olarak ekibi tarafından paylaşılan metin şu şekilde:
“Tiyatro Mora’nın ilk oyunu Kertenkelenin Ardından; şehrin arka mahallelerinin birinde yaşayan, kendisi için biçilmiş rolü oynamaktan sıkılıp kuruyemişçi dükkânı açmaya karar veren genç bir kadının beraberinde ruhunu sınır ihlallerine sürükleyen kambur, aksak, güdük ve fakat olağan dışı hikâyesini seyirciyle buluşturuyor. Bir cinayete karışmadığı, tacize, tecavüze uğramadığı, madalya kazanmadığı, kayınpederiyle kaçmadığı, güzellik yarışmasına katılmadığı, anne olmadığı, büyük ikramiyeyi on ikiden vurmadığı, inekleri sağmadığı, kitap okuduğu, pencereden bakmayı reddedip sokağa çıktığı, herhangi bir ödül almadığı için adı anılmaya değer görülmeyen kadınlara ithaf edilmiş bir oyun Kertenkelenin Ardından.”
Oyunun yazarı aramızda olamasa da gösterim sonrasındaki söyleşide öğrendik ki kadın kahramanın başından geçen olayın dayanağı gerçek bir yaşam öyküsüymüş; ilhamı veren kişiyle karşılaşıp yıllar sürecek bir bekleyişin kaynağı olan aşkını ve sonunu öğrendiğinde aradaki süreci kurguyla bezemiş. Bu süreç on üç yıl sürmüş. Yeniden okumalar yeniden yazmalarla. Bunu hayat arkadaşıyla yapmış. Görüşlerini, bakış açılarını, itirazlarını ve beklentilerini ilmek ilmek oyunun içine işlemişler. Üretme sürecini paylaşırken yaşamı paylaşmayı öğrenmiş, bağlarını sağlamlaştırmış olmalılar. Sonuçta tek kişilik oyunu sergileyen Merve Conker, oyun yazarı Tolgay Hiçyılmaz’ın eşi. Yaratma sürecinin içinde olması, içeriğini içselleştirerek, ele alınan duygu, durum, düşünceleri özümseyip izleyenlere aktarabilerek, her sahneyi olanca gerçekçiliğiyle yaşatarak karakteri canlandırmasına katkı sağlamış olabilir. En azından bana böyle düşündürdü. Düş kırıklıklarını, beklentilerini, acılarını, umutlarını, bunların iç içe geçen ve birbirine dönüşüp duran ritmini derinden hissedebildim. Bu bir ölçüt olarak kabul edilebilir mi bilmiyorum; ben zaten “duygusal izleyici” sınıfındayım. Ancak yalnız olmadığımı salonun genel havasından hissedebildim. Tek tek sahneler anlatmanın anlamı yok; bütünü vermeye yetmeyeceği gibi sonrasında oyunu izlemenin tadını da kaçırabilir. Kendi deneyimim hakkında yalnızca şunu söyleyeyim; ben sonuna küçük bir rötuş yapardım. Sonlara takıntılı bir yazar olarak bu kadarcık itirazım olsun.
Gelelim oyunun bizde açtığı pencereye.
Oyun sonrası dostumla hasret giderme, yeni insanlar tanıyıp arkadaşlar edinme olanağı olunca geç saate dek beraber zaman geçirince hemen uyumuştum. O gecenin sabahında, kahvaltı sırasında süreç başladı. Geçmişinde tiyatro oyunlarında rol alma, oyun müziği besteleme, sahne tozunu bol bol yutma, tiyatroyu ilgi alanları arasında apayrı bir yere koyup efsaneleşen oyunları neredeyse çocukluk yaşlarından itibaren izleme deneyimleri olan bir kişiyle baş başa, evimizin mutfağında olmanın rahatlığıyla başladı. Onunla oyun üzerine sohbet etme şansına sahip olunca bu şansı değerlendirmemek olmazdı. Ancak az önce saydığım her bir alan için hem mahrum olma hem imrenme duyguları taşıdığımdan önce konunun çevresinde dolaşmaya karar verdim: “Uzun zamandır bir etkinliğe katılamamıştık. Ne iyi oldu, değil mi?” dedim. Elbette birden “E, dün akşamki oyunu nasıl buldun?” diyemezdim. Diyebilirdim tabii, ama o zaman niyetim hemen anlaşılırdı. Anlaşılsın, ne olacak; kötü bir niyetim mi vardı sanki? Kötü değildi, ama önce ondan bilgi edinmeyi, yorumlarının üzerine düşünmeyi, kendi fikirlerimi zayıf kalacaklarından çekinerek dile getirmeye razı olmayı, bütün bunları ‘peki, ben hayalimi gerçekleştirebilecek miyim?’ iç sesimi bastırmaya çalışarak yapmayı istiyordum. Strateji kurmam bu nedenle önemliydi. En azından o andaki bakış açıma göre böyleydi. Yine de sözü fazla dolaştırmadan sözünü ettiğim konulara dalıverdik.
Bizler çok şanslıydık. İstanbul’da yetişmek ve sanatçıların çokça yetiştiği bir okulda okumak eşimin şansı olsa da benim izleme olanağı bulduğum hatırı sayılır oyunlar vardı. Müşfik Kenter’den “Bir Garip Orhan Veli”, Yıldız Kenter’den “Ben, Anadolu”, Genco Erkal’dan “Bir Delinin Hatıra Defteri”, Dostlar Tiyatrosu’ndan “Bay Puntilla ile Uşağı Matti” ilk ağızda sayıverdiklerim oldu. Her biri efsane oyunlardı. Dostlar Tiyatrosu’nu Sivas’93 oyunu ile Denizli’de izledikten sonra Genco Erkal’ın izleyicilerle söyleşisini beklemiş, o sırada çevremde olup bitene doğalında dikkatim sayesinde oyun sonrası bir şeyler yemek için ekibin gideceği restoranı nasıl bulacağına ilişkin kalabalığın dışında iki kişinin kaygılı konuşmasını duyup mihmandarlık önermiştim. Beni minibüsleriyle izlerlerken oldukça karanlık izbe yollardan geçişimizin onları kaygılandırmasından çekinmiştim. Sonuçta aydınların, sanatçıların hunharca katledildiği Sivas Madımak Oteli yangınının hepimizde yaşayan dehşeti oyunun ardından tazelenmişti. Restorana vardığımızda teşekkür ederken onlara katılmamı önermeleri nasıl büyük bir sevinç ve heyecan doğurmuştu içimde. Dostların sofrasında olmak, o anıyı özgün anılar koleksiyonuma yerleştirmek büyüleyiciydi. Daha çok sayıda oyun vardı belleğimde. Biri bir anımsamaya başladım. Kimini o sabah kahvaltısında konuştuk kimini ben sonrasında bir bir belleğimin derinliklerinden çağırdım. Ortak geçmişi aynı dönemde benzer kültürel ögeleri deneyimlemekle kuran insanların güçlü bağını hissettirdi bunları konuşmak.
Benim hayalini bile kuramadığım güzellikte deneyimlerden eşim söz etti. Lise ve üniversite yıllarında sahneledikleri oyunlardan. O sıralarda aynı heyecanı yaşayan diğer okul tiyatrolarından öğrencilerle festivallerde karşılaşma, tanışma, etkileşme anlarını anlatırken yeniden o yıllardaki kişi oluyordu sanki. Gözleri parlıyordu, coşkuyla anlatıyordu. ODTÜ kampüsündeki tiyatro festivalinden öyle sahneler anlattı ki görmüş kadar oldum. Bir yandan da tıp fakültesini ders çalışmaktan ibaret sayıp hiç kalkışmamış olmaktan bir kez daha büyük pişmanlık duydum. Bu dünyadan giderken gözümü arkada bırakacak tek bir ukde var içimde, diyebilirim: bir tiyatro oyununda rol almamış olmak. Zaman var biliyorum, ancak öyle büyük bir emek istiyor ki artık onu verecek zaman ve enerjim daralıyor. Yine de belli mi olur, bir olanak çıkar belki diyerek umudumu yeşertmek istiyorum. Belki bütün zorluklarına karşın küçük bir beklentiyi içimde koruyabilirim. Şu günlerde tiyatro penceresinden bakmanın bunda etkisi büyük.
Son on yıl içinde de Denizli Devlet Tiyatrosu kapsamında farklı illerin devlet tiyatrolarından turneler aracılığıyla çok sayıda oyunu izlemiştim. Örneğin, İstanbul’da çok uzun yıllardır kapalı gişe oynayan Profesyonel oyununu üç kez izlediğim için kendimi şansı hisseder, kıskanılacağını bildiğimden çok fazla sözünü etmem. Behiç Ak’ın yazdığı Tek Kişilik Şehir oyununu da iki kez, her defasında yüreğim göğüs kafesime sığmayacak denli çarparak izledim. Bir dönem kongre için gittiğim şehirlerde o hafta sonu tiyatro oyununa gitmek için özel çaba sarf ettiğim oldu; bu da bana tiyatro izlemeye bağımlılık etkisini gösteriyordu. Evet, bir bağımlılık oluşuyordu; sanatın salgılattığı endorfin üzerinden olabilir bu etki. Trajedi, dram ya da komedi fark etmeden, sanatla beslenmenin verdiği doyumla hissedilen bir mutluluğun bağımlısı olunmaz mı? Henüz ilkokula başlamamışken Ankara’ya bir ziyaretimizde babamın kardeşimle beni götürdüğü Orman Televizyonu oyununun sahneleri belleğimde alabildiğine canlı duruyor. Çocukluk ve gençlik yıllarımda radyo tiyatrosu, arkası yarın programlarıyla tiyatro yaşamımızın bir parçasıydı. Ailecek beklenir, dinlenir, televizyon devri başladığında izlenir ve sohbetlerimizde uzun uzun yer bulurdu. Erişmesi kolaydı. Şimdi bu mecralardan çıkıp yerini izlemeye tahammül edemediğimiz türden programlara bırakınca ne büyük bir kayıp yaşandığını görebiliyorum. Üzülüyorum.
Tiyatro oyunlarının bir grubu büyük yapımlar şeklinde gösteri merkezlerinde belli bir kesimin erişebildiği sanat etkinlikleri hâlini aldı. Eskinin efsane özel tiyatroları var kalma savaşını kaybettiler. Büyük sanatçılarımızı birbiri ardına yitirdik, öğrencileri o gelenekleri sürdürmeye olanak bulamamış olmalılar ki sahnelerden silindi dillere destan oyunculuklar. Yine de bir umut filizleniyor. Küçük tiyatro toplulukları bütün olanaksızlıklara direnerek oyunlar üretiyor. Büyüklü küçüklü şehirlerde tiyatroseverlerin bir araya gelerek oluşturdukları tiyatro toplulukları yaygınlaşıyor. Görünür hâle gelmeleri sosyal medya sayesinde oldu. Desteklenmelerse onlar da kaybolup gidecek; bunu gerçekten engellemeliyiz. Tiyatronun halen görünür, erişilebilir ve sevilir olması için, kültürel zenginliği koruyabilmemiz için bu gerekli. Öte yandan popüler kültürü seçen senaryoların, bağırış çağırış diyalogların, belden aşağı esprilerin ve küfrün ucuz güldürüsünün, tiyatro sanatının geçmişini, ilkelerini ve emekçilerini sindirmeden ben yaptım oldu yaklaşımının farkında olmak gerekir. Çölleşme iklimi, bu tehlikeleri görüp uzaklaşmakla yok edilebilir. Kertenkelenin Ardından oyununu sevme nedenlerimden biri de bu kolaycılığa hiçbir anlamda kaçmamış olmasıydı. Yönetmen Kübra Şafak’ın ilk oyunu olsa da çok başarılı bulduğumu, tarafsız kalmaya özen göstererek söyleyebilirim.
Oyuna ilişkin her bir parça, senaryo, replikler, kostümler ve dekorun yer yer tek kişilik oyunun diğer oyuncuları hâlini alan canlılığı dikkat çekiciydi. Hikâyeye can verirken bir yönetmenin bütün bileşenleri nasıl uyum içinde bir araya getirdiğini görebildim.
Oyunun sonunda sahneyi bozma işine yardımcı oldum. Parça parça dekoru kaldırırken bu “yapı söküm” etkinliğine tanık olmak beni çok etkiledi. Küçük bütçeler ile hayallerinin peşinden giden, tiyatroya gönülden bağlı bu insanlar, dekorda yer alan en ufak ayrıntıları dahi elleriyle, kendi dünyalarından objelerle, toplanınca onları başka sahnelere seyyahlar gibi taşıyabilecekleri boyutta kurmuşlardı. Yeniden inşa için onları uğurlarken içimden birçok güzel duygu ve düşünce geçiyordu.
Yalnızca bir oyuna gitmedik; yaşamımıza tiyatroyu çıkmamacasına bir kez daha aldık. Yaşasın, tiyatro…
GÖKSEL ALTINIŞIK
21 Ocak 2024, Denizli