Üst üste iki yazı tiyatro ile ilgili olacak. Olsun. Bir önceki yazımda, tiyatro yaşamıma çıkmamacasına yeniden girdi derken büyük sözler verip sonra tutamamaktan korkuyordum. Maymun iştahlılığa karşı kendim için uzun yıllardır uyguladığım çare, söz konusu alan hangisiyse onda büyük hedefler belirlemek. İnsan zayıf yönlerini fark edince onu alt etmenin yollarını bulabiliyor. Çok zaman işime yaramıştır. Yine öyle yapmak istedim; ancak bu kez, hayalden öteye geçmesi zor hedefleri bir kenara bırakıp mütevazı adımlarla başlamak makul geldi. İnsan koşullarını ve önceliklerini de gözetmeli.
Şehrimdeki devlet tiyatrosunun sıradaki oyunu için bilet almakla başladım.
Denizli Devlet Tiyatrosu adlandırması bana ilginç geliyor. Nelere “ilginç” dediğimin ayrıntısına girmeyeyim. Birçok okuyucunun tahmin ettiğine eminim. Denizli Devlet Tiyatrosu olarak yerleşik, kadrolu oyuncuları, kendi repertuvarı olan bir tiyatromuz yok. Bu nedenle adının Devlet Tiyatroları Denizli Sahnesi olmasının daha anlamlı olacağını düşünüyorum. İşleyişin güzel tarafı bütün şehirlerin devlet tiyatrolarından oyunlar gelmesi. Bir tek tiyatro topluluğunun üstesinden gelebileceğinden daha fazla oyun sergileniyor. Öte yandan sezon boyunca oynanan, şehrin tiyatroseverlerine o temsili kaçırsalar da sonraki haftalarda yakalama olanağı sunan, daha çok insanın izlemesiyle sohbetlere konu olan az sayıdaki oyunun ayrı avantajları olacağını seziyorum. Bunlar nelerdir dense sayamam, ama genel anlamda kurumsallaşmanın kültür gelişmesine katkısı olacağını düşünürüm. Zamanın akışkan, birikerek tortulaşmaya, bu şekilde kalıcı olmaya olanak tanımayan, anlık ya da en fazla günlük hazları amaçlayan niteliğinin bize kaybettirdiklerini yaşamın pek çok alanında görüyorum. Orada olmanın yalnızca sosyal medyaya bir gönderi karesi sağlamanın ötesindeki anlamlarını fark edenlerin sayıca azalması da kültürel çölleşmenin hem nedeni hem sonucu olabilir. Şairin dediği gibi “Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya.”
Bundan otuz beş yıl kadar önce ODTÜ Kampüsünde düzenlenen üniversitelerarası tiyatro şenliği hakkında dinlediklerim arasında beni çok etkileyen, neredeyse belleğime benim anılarımmış gibi yerleştirdiğim görüntüler var. Örneğin, Ankara Açık Cezaevi tiyatro topluluğunun da o festivallerden birinde oyun sergilediğini, temsilden sonra ise oyunu izleyen jandarmalar eşliğinde otobüslerine binip ayrıldıklarını duyduğumda, üzerine uzun uzun düşündüm. ODTÜ’nün meşhur mimarlık amfisinin bahçesinde sergilenen, bir kişinin üzerindeki giysileri yavaş yavaş çıkarıp hepsini yavaş yavaş giymesinden oluşan Sözsüz Oyun’u duyduğumda hemen hakkında araştırmaya giriştim. Samuel Beckett’in daha az bilinen, postmodern estetiğe en yakın oyunlarının başında gelen bir eserdir. Bir yandan da bütün bir kampüsün koca bir tiyatro sahnesine, orada o zamanlarda yaşananlarınsa gerçek bir şölene dönüştüğünü fark ettim. Üniversitelerde tiyatro topluluklarının şimdi de o zamanki kadar yaygın olup olmadığını merak ettim. Farklı fakültelerden öğrenciler bir araya gelerek birlikte üretirlermiş. Aylarca dramaturji çalışılırmış. Kostümler, dekorlar hep onların elinden çıkarmış. Müziklerini çoğunlukla kendileri yaparmış. Bütün bunlarla ince ince uğraşırken insanın yaratıcılığı da gelişmez mi? Üniversitelerin yalnızca derslere girilip çıkılan, ezberlenen bilgileri sınavda sıralayarak geçilen, sınıf geçmenin pek çok yerde kolaylaşmasıyla öğrenmenin önceliğini yitirdiği yerler olmaması gerekmez mi? Geçip giderken gözlediğim bir değişme beni derinden üzüyor. Aynı cinsten satış yapan, hizmet veren dükkanların bir araya toplanmasının bir ticari eğilim olduğunu sıklıkla gözlemlediğim gibi, bu cinslerin dönüşümü de önemli ipuçları veriyor bence. Örneğin, kampüsümüzün çevresindeki, özellikle yurtların civarındaki öğrenci mekanları son birkaç yılda oyun salonlarına dönüştü. Pandeminin boş bıraktığı yerler şık kafeler ve okey, kâğıt oyunları vb. için toplanılan kocaman işletmelere dönüştü. Hem tercihleri hem de yönlendirmeleri gösterdiğini düşünüp ikisine ayrı üzülüyorum.
Çok yorucu bir haftanın son iş gününü akşamki tiyatro oyununa biletimin olması heyecanıyla tamamladım; gerçekten de böyle bir programımın olması gün boyu yaşadığım bütün yorgunluğa dayanma gücü verdi. Yoran ile dinlendirenin aynı kaynaktan beslenmesi bir ironi oldu. Anlatayım.
Bütün haftanın iş günlerimi, ondan önceki haftalar, aylar, yıllar boyunca olan iş günlerimi kapsadığı gibi o gün de hastalarımın yarısından fazlasına sigara ile ilişkili hastalıklar hakkında bilgi vermiştim, tanı koymuştum, o zor hastalıkların tanısını ve tedavi sırasında hastalarımı nelerin beklediğini umutlarını koruyarak gerçekçi olmaya çalışırken anlatmıştım. Her zamanki gibi bütün bunları yaparken önümüzde nasıl zorlu bir süreç olduğunu düşünmüştüm. Ben dilinde anlatmam, üzülünecek kişinin ben olduğum yanılsamasını yaratmasın. Sonuçta ben o akşam sevdiklerimle tiyatro izlemeye gidecektim. Onlar ise nefes darlığı çekmeye, bunun tedavi edilebilir olmadığına, bazen yavaş yavaş bazen de hızla ömürlerini tüketmeye devam edeceklerdi. Bir göğüs hastalıkları uzmanı olarak her gün görüyor, meslek yaşamım boyunca gördüklerimden net bir şekilde biliyorum ki sigara diye bir nesne olmasa uğraşacağım hastalıklar büyük oranda azalacak, astım, enfeksiyon hastalıkları, akciğer pıhtısı, nedeni bilinmeyen akciğer hastalıklarından ibaret olacak. Haftanın son iş günündeki hastalarımdan bir kısmı KOAH tanılıydı; yoğun sigara içme öyküleri vardı ve nefes darlığı hissetmeye başlamalarına karşın bu zararlı alışkanlıktan vazgeçmemişlerdi. Evet, ciddi bir fiziksel bağımlılık olduğunu biliyorum; ancak kurtulunabilecek bir bağımlılık olduğu, bunun için önce hastanın bırakmayı istemesi gerektiğini, sonrasında da hekimi olarak bu konuda ona nasıl destek olabileceğimi de biliyorum. Akciğer kanseri tanısı koyduğum anda bile sigara bırakma yardımı öneriyorum; olan olmuş diyerek peşini bırakmama nedenim, bilimsel yayınlarda sigara içmeyi bırakan kanserli hastalarda tedaviye yanıtın daha iyi olduğunun gösterilmiş olması. Hastalarıma bütün bunları bilimsel veriler ve daha önceki hastalarımdan edindiğim deneyimler ışığında anlatıyorum. Pedagojideki gibi erişkinlere de gerekçeler anlatılmalı, yasaklamak yerine o alışkanlığın ya da davranışın neden olduğu sorunlar ve sorunları ortadan kaldırmanın sağlayacakları, dayanaklarıyla sunulmalı. Bunun için önce bütüncül yaklaşımla hekimlik yapmayı ilke edinmek sonra da hasta ile geçirilen zamanı gereksinim duyulan kadar uzun ayırmak gerekiyor. İkisini de yapıyorum. Düşmanı tanıyorum. Koruyucu hekimlik yaklaşımına inanıyorum. Hastam ve benim aynı tarafta olmamızın, onun yaşamına yıllar eklemeye çalışırken o yıllarına yaşam da ekleyebilmemin önemini biliyorum. İşte böyle bir iş gününün sonunda heyecanla o tiyatro oyununu izlemeye gittim.
Oyundan söz etmeyeceğim. Adını bile söylemeyeceğim. Oysa hayal ettiğim yazımda oyunun sahnelerinden, bende yarattığı duygulardan, çıktığımda düşünce ve düş dünyama eklediklerimden dem vurmaktı. Daha önce de farklı sanat eserlerinde gözlemlediğim bir durum bunu engelliyor. Emek emek uğraş verdiğim, üstelik zaman zaman o kişi için artık çok geç olduğu duygusuyla kendimi çaresiz hissettiğim bir alanda böylesine, bana “hoyratça” gelen bir seçimi kabullenemiyorum. Hoş göremiyorum. Oyundaki karakterlerin anlamsızca, o sahneye ya da karaktere hiçbir katkı sağlamadığı hâlde sigara içmelerinden söz ediyorum. Örneğin, bir istasyon sahnesinde karşılaşan iki yabancı, erkek karakterin sigara uzatmasıyla iletişimi başlatıyor. Bir merhaba ya da başka bir nesne neden aynı işi görmesin. Söze doğrudan da başlayabilir insan: İyi akşamlar, bu ne soğuk böyle; trenlerimiz gecikmese bari. Hayatta bu oluyor, neden sahnede olmasın? Kadın karakter “içmiyorum” diye reddediyor sunulanı. Ah ne güzel derken kendi paketini çıkarıp yakıyor bir tane. Erkek karakter alınıyor, hatta bir kabalığı yargılarcasına sert “hani içmiyordunuz?” diyor. Benim için öyle büyük bir hayal kırıklığı ki bu sahne, önce neden konduğuna bir anlam veremiyor, sonra orada olmasına neden olan her aşamaya kızıyorum. Üstelik bu tek sahne de değil. Tepkimi abartılı görmeyin. Bütün sağlık sorunlarını, kitaplarda yazan yazmayan hepsini otuz küsur yıldır görüyor, elimden geldiğince engellemeye, olmadı düzeltmeye, olmadı geride kalanlara destek olmaya çalışıyorum. Susamam.
Oyundaki benzer sahneleri uzun uzun anlatmayacağım, öyle bir laneti yaşıyor ki insanlık, üzerine bilgilendirme amaçlı yapılan konuşmalar bile bağımlılarında içme isteği uyandırıyor. Hastalıkla bağlantılı anlatmak daha farklı olmalı; yoksa o kadar çok hastam bırakamazdı. Elbette başarı oranımız üçte birlerden öteye geçemiyor, ama bunu benim başarısızlığım olarak görmüyorum. Öyle çok etmen var ki sağlık çalışanlarının insan sağlığını korumak için çabalamalarını boşa çıkarmaya odaklı, kaç kişiye ulaşabilsem kârdır düşüncesine sığınıyorum. Maalesef sağlıkçılar arasında kendi içenlerin bu lanet ile mücadeleye katkıları daha sınırlı oluyor. Sağlık dışında diğer toplumsal kurumlar arasında da bu durum benzer. Sanat ve sanatçılar dışında değil. Topyekûn bir mücadele gerekliyken bu eksik parçalar işi çok zorlaştırıyor.
Düşmanımı biliyorum dediğimde bunun tütün endüstrisi olduğu düşünülmüş olabilir. Oysa değil, o sadece aracı. Evet, şeffaflık ilkesi gereği internet sayfalarında yer vermek zorunda oldukları bilgiler stratejilerini ortaya koyuyor. Asıl hizmet ettiği alan farklı. Bunu anlamak için, sigara sattığı ülkeye hemen hepsi çok yüksek maliyetlere sahip ilaçlar, tetkik cihazları, tıbbi araçlar satmayı garantilemek, hastaların iş göremezlikle üretimin dışında kalmasını, ekonomiye yük olarak yaşamasını sağlamak kimlerin işine geliyor diye düşünmek yeterli. Bana sorarsanız daha iyi bir hâle getirmeye en ufak katkısı olmayan, yeri doldurulamaz hiçbir niteliği bulunmayan bu sahneleri oyuna, romana, öyküye, İnstagram fotoğrafına vs. koymanın çarkın işleyişine destek olmak için yapılması ve bunun hiç düşünülmeden yapılması aynı kapıya çıkıyor. Bunu bir çıkar için yapmak büyük kötülük, bunu bir çıkar beklemeden yapmanın ondan farkı yok. Sonuca bakınca, böyle düşünüyorum. Kötü niyetli olmamak, sonucu değiştirmiyor. Kurtaramadığım bütün hastalar için, onların aileleri, dayanağını yitiren çocukların, gençlerin, eşlerin yaşamlarında değişenler için üzülüyorum. Bu lanet üzerimizden kalkmadıkça benim ve birçok meslektaşlarımın aynı dertlerle uğraşacaklarını bildiğim için dertleniyorum.
Oyun çıkışında birden gerçeküstü bir sahneye düşmüş hissettim kendimi. Hemen herkesin elinde bir sigara vardı; yaşlısı, genci, çiftler ve aileler fark etmeksizin. Korktuğum başıma gelmişti. İçimde bir çığlık yükseldi. Yitirdiğim bütün hastalarımın anısından güç alarak haykıracaktım; yapamadım. Abartılı ifadeler, duygular gibi gelmesin; önlenebilir nedenlerle ölen insanların karşısındaki çaresizliğin ağırlığını bunu yaşamadan da bilebilir insanlar. Elbette işin içinde algıda seçicilik olabilir, ancak uzun zamandır bu kadar çok sigara içen insanı bir arada görmediğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Bu tabloyu hazırlayanların bilmesi gerek. İsteyerek ya da istemeden yaptığınız bu yönlendirmeler, halihazırda geçerli yasanın gerektiği gibi uygulanmaması gibi, sermayeye hizmet eden stratejilere sizin katkınız oluyor. Yazıyorum ki özellikle farkında olmadan bu yanlışı yineleyenlerin dikkatini konuya çekebileyim.
Maalesef sağlıkçılar arasında kendi içenlerin bu lanet ile mücadeleye katkıları daha sınırlı oluyor. Sağlık dışında diğer toplumsal kurumlar arasında da bu durum benzer. Sanat ve sanatçılar dışında değil. Topyekûn bir mücadele gerekliyken bu eksik parçalar işi çok zorlaştırıyor. Bağımlılıktan kurtulan bir hekimin tütün ve ürünleriyle mücadele kursumuzda anlattığı şu anekdot hep aklımdadır. Bir gün sağlık ocağının önüne sigara içmeye geldiğinde, içeri girmek üzere olan ileri yaşlı bir hastasının “Doktorum, ben yurtdışında uzun yıllar çalıştım. Orada senin şu yaptığın için, üzerindeki doktor üniforman, göğüs cebinde fark edilen paketin ile sigara içmen için doktorlara toplu para veriliyor. Nasıl büyük bir reklam olduğunu tahmin edersin. Yapma!” demesinin ardından bıraktığını anlatmıştı. Ne yaptığını, neden yaptığını düşünmek yanında, sonuçlarını geniş yelpazede, durulukla, analitik düşünmenin sorgulatan yoluyla ele almak çok büyük fark yaratacaktır. İnsanı yaşatmayı, o yaşamı kültür ile zenginleştirmeyi, hoşça zaman geçirtirken geliştirmeyi hedefleyen herkesin içinde bulunduğu bir evren bu. Bütün yapacağımız, tarafımızı seçmekle ilgili.
Gülten Akın’ın İlkyaz şiirini bitirdiği gibi: Bir gün birileri öte geçelerden/Islık çalar yanıt veririz.
GÖKSEL ALTINIŞIK
29 Ocak 2024, Denizli