Barcelona benim için ilk kez, birkaç günlük iş için gidilen, oldukça turistik bir kent oluşuyla böyle bir beklentiye hızla bürünen bir şehir olmaktan öteye geçti. Bu kez, kızımızı o nereye biz oraya takip edişimizin, üstelik o gezi yerlerini nisan ayının iki ayrı günündeki doğum günlerimizin kutlanma mekânlarından biri oldu. Yineledikçe bir aile geleneğine sahip olma ve ritüeller üzerinden aramızdaki bağları pekiştirme beklentisiyle bunu yapıyoruz. Öyle torunlara kalır falan diye değil, en çok bize iyi geliyor diye. Bir yandan da bu geziler, birçok yönüyle anlatmaya, sanatın dokunuşlarıyla buradaki köşe yazımda yer almaya değer oluyor.
Barcelona denince özellikle mimarî bağlamla anlatılacaklar daha öne çıkabilir. Ne yazık ki benim için plastik sanatlar merkezde değil; zira bu konuya ilişkin ilgi ve bilgi düzeyimi bu konuda yazmak için yeterli bulmuyorum. Hâtta şehri dolaşırken bile kızımızın mimarlık eğitimi ve araştırmalarından bilgilerle destekleyerek göstermeye çalıştığı görsel sanat eserleri bile bende kolayca karşılık bulamadı. Örneğin binaların çevirdiği geniş bir avluya “mutlaka burayı görmelisiniz” diyerek bizi soktuğunda beni orada çeken erguvan ağacı sürpriziydi. Gözümü ondan ayıramadan hikâyesini bulmaya çalıştım. İstanbul Boğazı ile özdeşleştirdiğim bu ağacın o şehirde, o avludaki yalnızlığını bir öyküye büründürmeye koyuldum. Görsel olandan çok fonetik sanatlara yatkın olmalıyım. Kızımın şaşkınlıkla yanıma gelip buradaki bina yerleşiminin ödüllü bir proje olduğunu belirtmesi üzerine dikkatimi duvarlara verdim.
Ana tema, U şekli oluşturan eski binaların açıkta kalan iki ucunu bütünüyle camdan bir cepheye sahip iki parçalı yeni bir yapının birleştirmesiydi. Buradaki farklı tonda camlar ve onların en üst kısmında öne doğru açı vererek eğilen yine camdan parça dev bir ayna işlevi görüyordu. Aynanın arkasında iki tarafa yönelmiş silüetiyle yürüyen merdivenler, beni geleneksel ile modernin tezatlı uyumu üzerine düşünmeye yöneltti. Arkamızdaki erguvan ağacı da önümüzdeki cam duvarda çoğalarak yalnızlığından kurtuluyordu. Üstelik en üstteki cam parçanın yerleşme biçimi, avlunun derinliğinde dururken asla göremeyeceğimiz gökyüzü parçasını, ayrıca ünlü teleferiğin vagonlarını gökyüzünde süzülürken görüş alanımıza ekliyordu. Bu manzara karşısında şaşkınlığıma hayranlık eklenmiş, zihnimde türlü düşünceler, içimde birbirinden farklı duygularla avlu kapısından çıkıyordum. Girdiğimden çok farklıydı hepsi. Belki de bu deneyim, plastik sanatlarla ilgili beynimde bariyerler inşa ettiğimi fark etmem için gerekliydi. Üzerinde düşünmeye değer.
Gezimizin benim için en büyük hedeflerinden biri, bir Flamenko Dans Gösterisi izlemekti. Önceki gelişlerimde neredeyse on yıl arayla farklı sahnelerde izlediğim gösteriler aynı kadın dansçının karşıma çıkmasıyla büyülü anılar arşivime yerleşmişti. Hayatımda gözlerimi ve yüreğimi ayıramadan böylesi duygularla izlediğim başka bir dansçı olmadı. İlkinden sonra koca şehirde, birçok özel dans grubu arasından onun olduğuna denk gelmek hem mutlu etmişti hem de bir başka süreklilik hissi, ritüele dönüşme beklentisi yaşamama yol açmıştı. Neden bir kez daha olmasın, diyordum. Yine de bu olasılığın ne denli düşük olduğunun farkındaydım. Bu nedenle dans edenin kim olduğundan bağımsız olarak da bir Flamenko Dans gösterisini bu kez ailemle izlemeyi doğum günüm için kendime armağan olarak belirledim. Tam bu sırada Palau de la Mûsica Catalana adını duydum. Katalan Müzik Sarayı…. Daha önceki gelişlerimde gezmediğim, şimdiki bakış açımla önceliklerim arasına yerleşiveren bir yer oldu. Hemen o günlerde müzik sarayında herhangi bir gösterim olup olmadığını araştırmaya koyuldum ve gözlerime inanamadım. Ertesi gece bir Flamenko Dans Gösterisi yok muymuş? Hepimiz için heyecan verici bir seçenek olduğu için biletlerimiz birkaç dakika içinde alınmıştı. Üzerine biraz araştırma yapmanın tam zamanıydı. Hem mekânın hem dansın…
Palau de la Mûsica Catalana 1905-1908 yılları arasında, Barcelona’nın en güzel bölgelerinden biri olan Sant Pere’de Katalan Koro’sunun binası olarak (Orfeó Català) modernist mimar Lluís Domènech i Montaner tarafından inşa edilmiş. Bu özel bina, UNESCO tarafından 1997 yılında Dünya Mirası listesine alınmış. Böyle bir müzik sarayında olması, gösterilerin heyecanını da kat kat artırıyor. Beni büyülediğini söyleyebilirim.
Yalnız olmadığımı, daha dış cephesini gözlemlemekle başlayıp, içeride de gözleri duvarlarda, tavanlarda, vitraylarda, süslemelerde, heykellerde gezinirken yüzlerinden hem hayranlık hem büyülenme okunan insanlardan biliyorum.
Özellikle metal ana iskeletin vitray camlarla kaplanmasının bir sihir yarattığını, güneş ışınlarını yakaladığı zamanlarda ayrı, geceleri salonun ya da şehrin ışıklarının yansımasında ayrı parıltılar yaratan bu camların binayı erişkinler için bir masala dönüştürdüğünü düşündüm. Flamenkonun büyüsüne kendimi bırakmadan önce bu duygularla her köşeyi defalarca dolaştım. Balkondaki yerime oturduğumda da sahnenin antik zamanların müzik aletlerini taşıyan heykellerin yer aldığı arka fonunu en ince ayrıntısına dek defalarca inceledim. Ruhum bu görsel şölenden yatışırken gösteri başladı ve ben bambaşka bir masala gözlerimi açtım.
Katalan Müzik Sarayı’nda izlediğimiz Gran Gala Flamenco grubunun gösterilerini broşürde anlatma biçimleri etkileyiciydi ve orada belirttiklerinin hepsini izleyicilerine sundular. Gösterilerini, Flamenko sanatında ne yer alıyorsa onlar üzerinden bir yolculuk diyerek tanımlamışlar: Kastanyetler, yelpazeler, şallar, bu dansa özgü göz alıcı giysiler, hepsinin yanında özgün müzikler, dans figürleri. Aynı programın 18 yıldır kesintisiz sürmesine de vurgu yapıyorlardı. Bu süreklilik aslında başlı başına bir gelenek; eskiyi korumak, ona saygıyla sahip çıkmak ve kültürel niteliğini öne çıkararak sürdürmek… Sokaklarda, binalarda, tarihî mekânlarda ve yeşil alanlarda olduğu kadar dans gibi sanat unsurlarında da bu istikrarı gördükçe imrenmemek elimde değil. Üstelik Barcelona için olimpiyattan önce ve sonra diye ayrılan iki dönemden, bunların birbirinden nasıl farklı olduğundan söz edilirken şehri bozmadan iyileştirdikleri, kültürü çeşitliliğiyle zamanlar boyu var kıldıkları için orada yaşayanlar adına mutlu oldum. Bu dans özelinde farkına vardıklarım, bana bir kültürün köklerini tanımakta yardım etti. Sanat bunu hep yapmaz mı?
Flamenko, toplumun dışında kalan, öteki’ler arasında olduklarını hayatın her sahnesinde hissedenlerin isyan ve meydan okuma aracı olarak sahneledikleri bir dans. Güney İspanya’nın folklorik unsurlarından olan bu dansın Endülüs bölgesinde yaşayan, asimile olmuş yerli İberik halkların, Berberi-Arap Müslümanların, İspanya Yahudilerinin ve Çingenelerin ortak kültür mirası olduğu belirtiliyor. Bu benzersiz dans, izleyenin içinde önce bir kaygı ardından isyana katılma duyguları doğuruyor. En azından benim hissettiğim bunlar oldu. Kaygı; çünkü alıştığım yumuşak, romantik, aşka çağrı danslar gibi değil. Çoşkulu ve tempolu danslar da bende aynı karşılığı bulur. Dans sözcüğünü duyduğumda bile içimde sıcacık bir mutluluk filizlenir. Oysa flamenko dansını izlerken hırsla, öfkeyle, acıyla, isyanla dans ettiğini gördüğüm dansçılar yüreğime sanki ağır bir tokat çarpıyor. Neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorum, ardındaki hikâyeyi ölesiye merak ediyorum. Hareketlerin sertliğine, ayakkabıların tabanındaki çivilerin özelikle yerleştirilmiş ahşap platforma yıkıcı bir güçle vuruluşuna ilişkin anlamı bulamazsam huzur da bulamayacağımı hissediyorum. Zarif el bileklerinin hınçla kıvrılışındaki, el çırpışların ve avucun dize, göğse sert vuruşlarındaki, aniden açılıveren yelpazenin sustalıyı anımsatan keskinliğindeki meydan okuyuş, dansı uzun bir süre yüreğim ağzımda izlememe yol açıyor. Sonra yavaş yavaş yatışıyor kalp atışlarım ve ruhum. Biliyorum artık, söylenenleri anlamadan biliyorum, bu meydan okuyuş aslında hayata, hayatın zorlayan eşitsizliklerine, adaletsizliklerine, daha güzel günlerin bir türlü gelemeyişine… Aşka, kayba, hiç kazanamamaya, umutsuzluğa, ölüme. İsyana katılmak kaçınılmaz oluyor artık.
Bu dans, hikâyesi (şarkı sözleri yanında dansçının her bir hareketi ya da tavrı ile aktarılan) ve şarkısı (cante) ile bir bütün. Flamenko şarkıcısının bu özel müziğe ait şarkıların en az birkaç tarzında uzman olması, geleneksel ezgileri, şiirleri ve ritimleri bilmesi çok önemli. Ritmik kalıplar, makamlar (palos), altmışa yakın sayıdaymış; bunlar arasında “bulería” (şaka ve aldatma), “alegría” (neşe ve sevinç), “solea” (yalnızlık), “tango” (aşk acısı), “siguiriyas” (umutsuzluk, acı, ölüm), “farruca” (erkek dansı için; melankolik) yer alıyor. Ritim yelpazesi, daha sık kullanılan, festivallerde yer bulan, çift dansı için ya da gitara en uygun gibi sınıflanacak biçimde aslında neşeli ve coşkulu, ciddi ve ağır, enerjik ve akışkan olarak pek çok duyguya karşılık geliyor. İzlerken, bu ezgilere kapılan dans figürleri yanında dansçının fırfırlı uzun etek başta olmak üzere bu dansa özgü giysilerinin, şalların, yelpazelerin, kastanyetlerin de birer dansçı yerine geçtiğine tanık oldum. Örneğin bir süre şalın peşinden ben de kanat açıp isyanımı gökyüzüne taşıdım, yelpaze yeniden açılsın diye soluğumu tutarak bekledim, iki dansçının etek uçlarındaki fırfırlarla düellosunu taraf olamadan izledim. Dansçılara bütün müzisyenlerin, kadın ve erkek şarkıcıların ayak vuruşları ve alkışlarıyla verdikleri destek, bir yandan melodiyi, figürleri kubbe biçimindeki tavana dek yükseltti, salondaki koltuklar arasında dolaştırdı, değişen sahne ışığı renkleriyle bezedi ve olup bitenin aldığımız soluklarla içimize işlemesini sağladı. Dans, atmosfere dönüşmüştü. Katman katmandı ve biz hayatın yeşerdiği en canlı katmanındaydık. Sonunda her tür duygunun insanca olduğunu kavramış, bütün olası hissetmelerle barışmıştık.
Palau de la Mûsica Catalana merdivenlerinden inip Barcelona’nın ılık gecesine çıktığımda o akşamüstü heyecanla saraya girenden farklı bir insandım. Cam ayakkabımı son basamakta bıraktım. Arkama bakmadım bile. Yeni ayakkabımın çivilerini vura vura yürürken dar sokaklarda yankılandığını duyduğum, isyan yanında yaşamla barışımın sesiydi.
GÖKSEL ALTINIŞIK
7 Mayıs 2023, Denizli