Sayın Sanatsever Dostlar,
Bir yolculuğa daha başlamanın sevinci içindeyim. Aralarına aldıkları için başta Sayın Şefik Kahramankaptan olmak üzere emek veren tüm incelikli insanlarımıza, size gönül borcumu sunuyorum.
Köşeyazıları bir yönüyle de mektuplar gibidir. Ne ki genellikle yanıtsız mektuplar…
Bu durum, yapılan işe gizem de katıyor olabilir.
En azından yüzyıllardır devingen bir toplumuz. Yeryüzünün çok az yerinde bu değin yoğun, yaşamsal olaylarla yüz yüze olunabilir. Kuşkusuz ki bunun tarihsel, izlemsel, yönetsel birçok nedeni var. Sözkonusu gerçekliğin bizi daha belirgin ilgilendiren yanı sanata yönelik kaçınılmaz yansımalarıdır.
Bu köşede yazıların kapsamı genellikle yazın alanının sınırları içinde ama anlamlı, tutarlı bir yapıda, geniş tutma çabasıyla belirlenip, sunulacaktır. Başat kaygımız ise “dil”le, Türkçemizle ilgili olacaktır.
Dil Devrimi günümüz aydınlarınca anlaşılmış değildir. Oysa Dil Devrimi görkemli bir tutarlılığın, erdemli bir çabanın, devrimci, bilimsel eylemin, insancı özün başarılı sonucudur.
Anılan devrimin birikimini ölçüt almayan, göz ardı eden her çaba eksiktir.
Günümüzün sıradan, ortalama insanında gözlenen “bölmeli”, duvarlarla ayrılmış, bütünlükten, nesnellikten, tutarlılıktan uzak, “postmodern” kafa yapısına aydınlarda rastlamak yakıcı bir sorundur.
Bunun acı sonuçlarından biri tartışma yoksunluğu, giderek sığlığıdır. Ortaya atılan savlara bilimsel dayanak aranmamaktadır. Deyim yerindeyse “kurgu” işi görüşleri karşıdakilerin benimsemesi istenmektedir. Dolayısıyla da ortada tartışma ortamı diye bir durum kalmamaktadır. Neredeyse toplumbilimsel alanda olduğu gibi, sanat alanında da “budun”lar, “aşiret”ler, “cemaat”ler var. (Dolaylı değil, doğrudan anlamıyla; koşut bir soruna değinmeden yapamadım: En saygın üniversitelerin toplumbilim kürsülerinde bile cemaatlerin “özgürlük” ortamları olduğu “inancı” onyıllardır dillendirilirse, başka ne olması beklenir. Bu da ayrı bir acıdır).
Sanatla bilimin ilişkisiz olduğunu kimse savlamasın. Artık bunlar aşılmış konulardır. Artık tartışma dışında tutulması gerekir. Bilim, kendi aydınlanma birikimini yadsırsa (ki öyle olduğu görülüyor), sanat da aydınlanma geleneğini, ekinini yadsır. Kuşkusuz buradaki sıralama öncelik sıralaması değildir. Sanatla başlatmak da olanaklıdır, aynı biçimde geçerlidir.
Baskıcı yönetimlerin ilk işlerinden birinin sanat ile bilimi denetim altına almak, giderek güdümlüleştirmek olması hiç de sıradan, hiç de rastlantısal değildir. Sanat ile bilim topluluk (cemaat) kurallarıyla, yaklaşımlarıyla kesinlikle yapılamaz. Topluluk değerleri bireye, giderek insana karşı olmaktan da öte düşmandır. Ortada kişi, birey diye bir varlık bırakmaz. Özgürlüğün, koşulsuz özgürlüğün olmadığı yerde sanat, bilim olmaz. Bu gerçek, abecenin a harfinden bile önceki bir basit bilgidir.
Ne yazık ki TÜSAK yasa tasarısından, tiyatrolara desteğin kaldırılmasına, devlet tiyatrolarının gereksiz sayılasına değin; cumhuriyet tarihimizde yaşanmamış ölçüde ağır birçok olayı yaşıyoruz. Sözkonusu olgu, derebey, tefeci, bürokrat birliğinin, cumhuriyetin ekin devriminin ulusla kurduğu örgensel birlikteliği, iç içeliği görür görmez başlattığı devrim karşıtı eylemler dizisinin de acı sonucudur.
Bu giriş yazısını sonlandırırken, “mektup”larıma yanıtlarınızın, tepkilerinizin bana yön vereceğini, yolculuğumuzun daha etkin sürmesini sağlayacağını belirtmek isterim.
Esenlik dileklerimle.