Yeni Dünya Düzeninin, postmodernizmin, küreselleşme dizgesi egemenlerinin yaydığı terimlerden biri: Çokkimliklilik.
Sözkonusu terim, çok sürmedi, dolaşıma sokulur sokulmaz sanatla, yazınla, sanatın hemen her dalıyla buluşturuldu. Buna göre (çok dillendirilmese de) ulus devlet yapılarınca baskılanmış olan budunlar (etnisite) ekinleriyle, dilleriyle, müzikleriyle, (kendileri inançsal olarak yasaklamamışsa) resimleriyle, yontularıyla, yazınlarıyla özgür olmalıdırlar.
İlk bakışta son derece benimsenebilir görünen ve dolayısıyla sanatçılar tarafından iyi niyetli olarak ilgili alanlarda konu edilen bir anlayış. Gerçekten de öyledir. Kuşkusuz her budunun ekinsel var olma hakkı tartışma gerektirmeyen bir olgudur. Hangi budun olursa olsun, o buduna bağlı insanlar kitaplarını dillerinde yazabilmeli, müziklerini besteleyip dinleyebilmeli, resmini, yontusunu yapabilmeli, gazetesini, dergisini yayımlayabilmelidir. Tersini hangi uygar insan savlayabilir.
Ne ki anılan anlayış, özenli yaklaşılmadığı durumda birçok tuzak içermektedir. Başında “çok” hecesi bulunan benzer birçok terimle kayıtlanmaya çalışılan savlara karşın, varılan sonuç genellikle teklik, tekillik; oluşturduğu başat sonuç ise ulus devlet yapılarının çözülmesi, güçsüzleşmesi, en hafif deyimle aşındırılması oluyor. Yayılmacı odakların ekin anlayışı bir savı benimsiyor ve yaymaya çalışıyorsa orada birkaç kez düşünmeli!
Çokkimliklilik tezlerinin salt karşı olmakla yetindiği (çünkü başka devinim olanakları yoktur) modernizm her şeyden önce eytişimsel (diyalektik) nitelik taşır. Dolayısıyla eleştirelliğe, tartışmaya açıktır. Benimsediği ilişki biçimi tarihsel olarak aydınlanma birikimine, güncel olaraksa kentliliğe, görece özgür birey davranışına dayanır. Birey dünyasaldır, laiktir. Seçenekleri tanır, tanıma olanağını bulur. Sanatın doğası olan özgürlük koşullarını yaşar, yaşamak ister.
Yakından bakılırsa, çokkimliklilik yaklaşımının öznesi olarak ileri sürülen yapıların budun, din, topluluk (cemaat), aşiret vb. ilişkilerle varlık bulan; eşitsizlik, bağımlılık, kırım, şiddet üreten eleştirisiz yapılar olduğu söylenebilir.
Yazınla ilişkisine dönelim. İlk söylenecek şu olmalıdır: Yazının, sanatın onaylayacağı sınıflandırmalar öncelikle ve özellikle “insanlık durumları”dır. Dolayısıyla “siyah yazını”, “göç yazını”, “kadın yazını” gibi ayrımlar çok da anlamlı değildir. Sanatın evrensel duruşu, gerekleri bu ayrımların üzerindedir. Sanat dallarının, yazının Türk yazını, Fransız yazını, İngiliz yazını gibi ulus adlarıyla birlikte anılması ise yukarıda açıklanan evrensel duyarlığa ve düşün olgunluğuna, sözcülük, temsil yeteneğine en yakın ilişki biçimlerinin, diliyle, bilimiyle, felsefesiyle, çağrışım varsıllığıyla, birey için yaşamsal özgürlük alanlarıyla ulus yapılar oluşundandır.
Günümüzde ne yazık ki en yetkin bilinen üniversitelerin bile ilgili bölümleri “çok” hecesiyle, köküyle türetilmiş terimlerle ilişkilendirilmiş, deyim yerindeyse Balkanlaştırma kokan yaklaşımları geçerli saymakta, yüceltmekte, giderek eleştirelliğe kapılarını kapatmaktadır.
Dünya müzik algısını belirleyen odaklar nitelikli müziği, örneğin senfonik müziği, çoksesli (burada “çok” yerli yerinde) müziği bile yozlaştırma çabası içindeler. Yetinmeyip, özellikle kitle (pop) müziğinde, gelecek kuşakların doğru müzik algısını bozacak girişimlerini sürdürüyorlar. Bu eylemleri içinde budunsal etki taşıyan ezgiler kuşkusuz görece en olumlu bölümü oluşturur. Ne ki sözkonusu bölümün bile, anılan nitelikli müzik birikimini güçsüzleştirecek eğilimde kullanılıp kullanılmadığının sorgulanmasında yarar olabilir.
Yazından bir örnek soruyla sonlandıralım: Bekir Yıldız öykücülüğündeki evrensel, sınıfsal, insancı (hümanist) öz mü yoksa benzer öykü izleklerini olası (günümüzdeki değerlerle uyumlu) buduncu işleyiş biçimi mi daha anlamlı, insanlık durumlarının yansıtılmasına uygun, evrensel ve örgürlükçüdür?