Anlatılmaz bir acı…
Sivas Kırımı yazın yapıtlarına konu oldu. Roman, öykü, şiir, oyun türlerinde birçok kitapta izlek olarak işlendi. Örneğin Attila Aşut’un hazırladığı “Sivas Kitabı-Bir Toplu Öldürümün Öyküsü”, (Edebiyatçılar Derneği Yayını, 1994), Hidayet Karakuş’un “Şeytan Minareleri”, Burhan Günel’in “Ateş ve Kuğu”su, Lütfiye Aydın’ın “Cemre”si, “Gri Gül”ü…, Genco Erkal’ın “Sivas ‘93” adlı oyunu, Orhan Tüleylioğlu’nun hazırladığı “Merdivende Üç Şair” ve daha niceleri… Sanılmasın ki azalacak, sonlanacak. Gelecekte de yazılacak, resmi, yontusu, ezgisi yapılacak. Bu dillendirişin sonu yok.
İnsanlığın ortak bilincine saldırı şiddetli ve yeryüzü ölçeğinde. Ne yazık ki gerçek bu. Belgeleriyle açıkça ortada olan, Nazi faşizminin Yahudilere uyguladığı korkunç soykırıma karşın Nazizm, ırkçılık hortlayabiliyor. Avrupa Parlamentosunun Haziran 2009, giderek Haziran 2014 seçimlerinde ırkçı partiler yükselişe geçiyor. Modernizmin olumlu bir işlev gören “büyük anlatılar”ı yıpratılabiliyor. Tam da bu noktada, Adorno’nun “Auschwitz'ten sonra şiir yazılmaz” tümcesi insanlığın belleğini, onurunu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.
Gerici ideolojinin “cinnet anı” diye bir şey yoktur. Yaşananlar, gerici ideolojinin doğası gereğidir. Gericilik tam da budur. (Sözde “merkez”, “yaygın”, yeni söyleyişle “havuzcu” basınyayında çok zorunlu kalınmadıkça IŞİD’in dillendirilmemesi, Türkiye ilişkisine değinilmemesi ahlaksızlığı unutulmamalıdır). Onlarca kez yinelenmesi rastlantı ya da cinnet olabilir mi? Sivas Kırımı ve benzer olaylarda dış tasarı öğesinin varlığı, kullanılan elverişli malzemenin sonuçta tamamen “yerli” olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Öyleyse, düşünsel dizge yöntemi gereği, bu ürünün, bu yapının, bu koşulların nasıl oluşturulduğuna nesnel ve ezilen sınıfların yönünden bakılmalıdır.
Türk Devriminin eşitlikçilik yönünde değiştirdiği sınıfsal ilişkilere karşı eylemler hem de bağımsızlık savaşı içinde yer almış kimi kişilerce ardı ardına sıralanmıştır. Köy enstitülerini, halkevlerini, ulus okullarını büyük bir aymazlıkla kapatırsanız, yerlerine tam karşı yapıda kurumları kurarsanız, devletçe aydın avına çıkarsanız Maraş Kırımları da Sivas Kırımları da Gazi Kırımları da olur. Gelecekte de olmaması için hiçbir güvence yoktur.
Şeyh Said Ayaklanması, Koçgiri Ayaklanması, Menemen Kırımı, Kanlı Pazar, 16 Mart Kırımı, Kahramanmaraş Kırımı, Çorum Kırımı, 1 Mayıs Kırımı (1977), Sivas Kırımı, Gazi Kırımı ve daha nice benzer olay bir bütündür, sınıfsal çözümleme içinde anlamlıdır.
Bu süreçte "aydın" sorumluluğunun, yazar sorumluluğunun olmadığı söylenebilir mi? Doğası gereği, çalışma haklarını hiçe sayan, kişi haklarının başat dayanağı olan laikliğe her adımda saldırı düzenleyen, Türkiye’yi Avengelizmin, giderek ÖSO, IŞİD koynunda bir din devletine götürmenin izlencesini uygulayan “yönetime” sürekli destek verenlerin Sivas Kırımı konu olunca ezilenlerden, kırılanlardan yana görünmeye çabalamaları büyük çelişkidir, sahteciliktir.
Sivas Kırımının en doğru çözümlemesi Muzaffer İlhan Erdost’un “Üç Sivas” adlı yapıtındadır. “Üç Sivas”ta kanıtlandığı gibi, kırımın koşulları önceden hazırlanmış, yerel gazetelerde kışkırtıcı duyurular yayımlanmış, gerici yığın hazırlanmıştır. Hedef kitle ise özellikle Alevilerdir. Kırımın etkisiyle Alevilerin, nüfus anlamında bir arada yaşamalarından kaynaklanan ve seçimler yoluyla parlamentoya yansıyan güçlerinin, göç ettirilerek dağıtılması amaçlanmıştır. Sivas Kırımının ardından İstanbul Gazi bölgesine göç eden Aleviler, gene aynı nedenle bu kez de Gazi Kırımının hedefi oldular.
Bu acılar defalarca yaşanırken sağ “aydın” ne yaptı? Kendilerine İslamcı şair, yazar, entelektüel diyen kesimin Sivas Kırımına ilişkin duyarsızlığını, olmamış gibi davranarak unutturma çabalarını, çok da bir şey söylemek zorunda kalırlarsa işi dışarıya yollayarak geçiştirmelerini iyi gözlemek ve anlamak zorunludur. İsmet Özel’in ya da bir başkasının özeleştiride bulunduğu görülmedi, duyulmadı, okunmadı. Bu sınavı hiçbir zaman veremediler, bu gidişle de belli ki veremeyecekler.
İslamcı yazın çevreleri 1980 sonrasında bir tasarı çerçevesinde biçimlendirildiler. Kendilerine baktıklarında o döneme değin şiddet dışında bir varlıkları olmadığı görmeleri üzerine “düşün” yaşamında var olmaları gerektiğine karar vererek, bu kararlarını modernizm karşıtlığı savunusuyla, dolayısıyla postmodernizm yanlılıkları üzerinden uygulamaya koydular. Sözkonusu anlayışa uygun “yazın” yapıtlarının üretilmesi de gecikmedi. İslamcı roman, İslamcı şiir, İslamcı öykü diye anılan ürünler çoğaldı. (Giderek İslamcı kadın yazarlardan söz edilir oldu). Ne ki bu savların Türk tarihinde bir karşılığı bulunmadığından, bilimsel, yazınsal bir değer kazanılamadı. Ancak hemen her alandaki anılan çabaların belirlenmiş bir “senoryo”nun “gerçek”liğine inanılması, bu senaryonun yayılması şeklinde geliştiği söylenebilir.
Toplumumuz, bunca kırımı yaşamış olmasına karşın, onlarca oyunu da boşa çıkarmıştır. Böyle olması tarihsel köklerinden gelen mayasının sağlamlığındandır. Ülkemizi karış karış tanıyanların çok yerinde belirlemeyle belirttikleri gibi (örneğin Sabahattin Eyuboğlu, İsmail Hakkı Tonguç) bağnazlık, softalık halkımızın dokusuyla uyumsuzdur. Bu topraklarda tutunması olanaksızdır. (Kanıtı mı, tüm baskılara, geçim zorluğuna karşın halkın yarısı kişiliğinden, onurundan, cumhuriyet kazanımlarından ödün vermedi). Bu özellik ise umutlu olmak için çok büyük bir nedendir.
Batı artık kendi aydınlanma birikimine (rönesans) bile sırt dönüyor. Batının yalnızca bir yüzü kaldı: Yayılmacı yüzü. Bu nedenle, o değerleri de insanlığın onurlu birikimini de doğu koruyacaktır. Erdemli batılılar da bu gerçeği görüyorlar, dile getiriyorlar. Onların kurtuluşu da bizimledir.
Sivas Kırımında yitirdiğimiz o güzelim insanları dinmeyen acımızla, saygıyla, sevgiyle, özlemle anıyoruz.