Önce dil üzerine düşünmekle başlamalı. Dil nedir? Dil, en temel yanıyla “İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için sözcüklerle ya da işaretlerle yaptıkları anlaşma” olarak tanımlanır. (Türkçe Sözlük, Dil Derneği). Kuşkusuz ki bu dil denen, tansık duygusu uyandıran insan gerçekliği çok boyutludur, salt iletişimle sınırlı değildir. (Dillerin kökeni başka bir başlığın konusu olabilir). Dilbilimcilerin en yoğun olarak üzerinde durdukları alan dil ile düşünce ilişkisidir. Buna göre dil düşüncenin evidir. Sürekli bir devinim olan düşünce dil içinde oluşur, değişir, yenilenir, akar. Düşünce de dili etkileyebilirse de temel olarak düşünceyi maddesel dünya, üretim ilişkileri toplamının yanı sıra dil belirler. Bunca önemli olan dil Türk tarihinde çok uzak bir geçmişe dayanır. Türkçenin beş bin yıllık bir tarihe uzandığını savlayan kaynaklar vardır. Ayrıca İsveççeye değin benzerlikler, ortaklıklar kuran araştırma yapıtları yazılmıştır. Giderek bunların bir bölümünün yabancı yazarların kitapları olduğu da belirtilmelidir. (Örneğin “İsveççenin Türkçe ile Benzerlikleri-İsveçlilerin Türk Ataları”, Sven Lagerbring, Çev. Abdullah Gürgün, Kaynak Yay. 2008). Orhun Yazıtları ve diğer yazıtlar içerik olarak da çok ilginçtir, önemlidir. Genellikle öğretici bir yaklaşımla Türk soyuna seslenilir. Yapılan yanlışlar, bu nedenle yaşanan acılar dillendirilir. Kaldı ki içerik yüzeysel olsaydı bile “yazılı kalıt” bir ekin (kültür) için en değerli yapıttır, gelişmişlik ölçütüdür.
Türkçedeki ilk yozlaşmalar zorla İslamlaşma dönemiyle birlikte başlar. Oysa Kaşgarlı Mahmut, (batı dünyası daha sözlük nedir bilmezken) “Divanü Lugati’t Türk” (1074) adlı eşsiz yapıtı yazmıştır. İlginçtir, Kaşgarlı Mahmut, yapıtını yazma amaçlarından birini, hemen her bölgede geçerli olan Türkçeyi Araplara öğretmek olarak belirtir. Arapça, Farsça etkisi Selçuklular döneminde artar. Arapça resmi yazışma dili, Farsça ise yazın (edebiyat) dili sayılır. Altında yatan neden ise sınıfsal ayrışmadır. Karamanoğlu Mehmet Beyin, büyük bir deringörüşlülükle yayımladığı "Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dilde söz söylemesin" (13 Mayıs 1277) sözlerinden oluşan fermanı, iktidardaki egemenlerin dilsel seçimine karşı duruştur, tepkidir.
Osmanlı ise, halk yine Türkçe konuşurken yaklaşık altı yüz yıl Türkçeyi dışlamış, “akılsız Türkün dili” saymıştır. Osmanlıca diye Arapça Farsça karışımı, yapay bir resmi yazışma dili kullanılmıştır. Giderek Osmanlıcayla ilgili olarak, kâtibin bile biraz önce ne yazdığını, yazdığının neyle ilgili olduğunu bilemeyeceği söylenir. Yine Osmanlıcayla yazılmış olan divan yazını da yazıldığı dil gibi genellikle yapay “duyarlık”lardan, içtenliksiz seslenişlerden oluşmuştur.
Osmanlı, Türkçeyi yazılı alana sokmamakla bilginin halka ulaşmasını engelliyordu. Çok sınırlı durumdaki düşün ortamı Osmanlıcanın egemenliğindeydi. Ne ki halk hem Türkçe konuşmakla hem de sözlü yazını (edebiyat) diri tutmakla, geliştirmekle Türkçeyi diri tutuyor, geliştiriyordu. Destanlar, cönkler, halk şiirleri, masallar, halk öyküleri, maniler, halk ozanlarının sürdürdüğü gelenek Türkçemizin başlıca yaşam ırmakları olmuştur.
Atatürk Devrimi, Dil Devrimi
Türk Devrimi, diğer söyleyişle Atatürk Devrimi hiçbir saldırının aşındıramadığı, insanlığın en büyük devrimlerindendir ve temeli ekin (kültür) devrimine, ekin devrimi ise Dil Devrimine dayanır. Dil Devriminin kurumsal atılımlarının hemen öncesinde 1 Kasım 1928’de abece devriminin yapılmasıyla, Arap abecesinden Latin abecesine geçilmesiyle, Türkçe sesletime uygun, kolay öğrenilir, öğretilir abece alındığı gibi, o değin önemli olarak, usçuluk, eleştirellik, bilimsellik yönünden gelişmiş batı düşünce dünyasına, onun abecesine uyum sağlanmıştır.
Bilge önder Mustafa Kemal Atatürk’ün dil konusuna ilgisi, Selanik’te yayımlanan “Çocuklara Rehber” dergisi okurluğuna değin (1897) uzanır. Suriye cephesindeyken bir rastlantıyla Agop Dilaçar’la karşılaşıp tanışması, Almanlara Türkçe öğretmek amacıyla yazılmış bir kitap üzerine düşünce alışverişinde bulunmaları çok ilginçtir, yıllar sonra A. Dilaçar ilk Türk dil kurultayına bildiri sunmak üzere Atatürk tarafından çağrılacaktır. Adından da Dil Devriminin en önemli adlarından biri olacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk devrimin her aşamasını bilinçle, özenle oluşturduğu tasarısına göre kurdu. En uygun zamanda, yerde, kararlılıkla eyleme geçti. Dil Devrimini, Türkçenin, Arapça ile Farsçanın yalnızca kurallarından değil, sözcüklerinden de arındırılması olarak açıkladı, uyguladı. Sadri Maksudi Arsal’ın “Türk Dili İçin” adlı yapıtına (1930) yazdığı değinide temel ilkeyi açıklar: “Ulusal duygu ile dil arasında bağ çok kuvvetlidir. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil bilinçle işlensin.
Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Meclis’te diğer konulara olduğu gibi Türkçeye de yoğun ilgi vardır. Örneğin 23 Nisanın ulusal bayram olmasını öngören yasa görüşülürken metindeki iyâd-ı milliye nitelemesi Zonguldak Milletvekili Tunalı Hilmi’nin “Efendim, milli bayramdır” diye yaptığı uyarı sonucunda milli bayram olarak değiştirilmişti. Yine Tunalı Hilmi’nin Türkçeyi yalınlaştırma ve geliştirme yolundaki çok önemli girişimi, 23 Ağustos 1923’teki yasa önerisi olmuştu. “Türkçe Kanunu” başlığını taşıyan bu öneride, yazında, öğretimde ve resmi yazışmalarda yabancı kökenli sözcükler kullanılması yasaklanıyordu. Ne ki dil konusunda yasa çıkarılması doğru bulunmayarak benimsenmemişti.
Bunlar Dil Devriminin öncesidir ve koşulları olgunlaştıran tartışmalardır. Atatürk, dil ile ulusun, dil ile düşüncenin güçlü bağını çok iyi biliyordu. Ortaokullar için yazdığı Medeni Bilgiler kitabında Türk ulusunu, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diye tanımlamıştı. Toplulukların karşılaştıkları istilalar, yıkımlar karşısında özelliklerini, kimliklerini, ancak dillerine sarılarak koruduklarını göz önüne alarak da ulus olmada dil birliğinin önemini günümüz anlatımıyla şöyle açıklamıştı:
“Türk ulusunun dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk ulusu için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk ulusunun geçirdiği bunca tehlikeli durumlarda ahlakının, geleneklerinin, anılarının, çıkarlarının, özetle bugün kendi ulusallığını yapan her şeyin dili aracılığıyla korunduğunu görüyor. Türk dili Türk ulusunun kalbidir, belleğidir.” (Turan. Ş, Özel. S, 2007).
Bu arada Türkçeyle ilgili birçok olay, tartışma yaşanırsa da en önemli eylemin Türk Dil Kurumu’nun kurulması ve ardından Dil Kurultaylarının yapılması olduğu kesindir. 15 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adıyla kurulan örgütün bir yıllık çalışmalarından çok olumlu sonuçlar elde edilmesinin ardından, Atatürk, 10 Temmuz 1932 gecesi, bazı arkadaşlarıyla kurultay üyelerinden bir kısmını Çankaya Köşküne çağırdı. Cumhurbaşkanlığı yaverlerince tutulan kayıtlara göre Tarih Kurultayı çalışmalarının değerlendirildiği, dil sorununun nasıl çözüleceğinin de tartışıldığı toplantıya, Milli Eğitim Bakanı Esat Sagay, Samih Rifat, İhsan Sungu, Muzaffer Göker, Hasan Cemil Çambel, Tevfik Rüştü Aras, Sadri Maksudi Arsal, İbrahim Grandi Grantay, Müfit Özdeş ve Tahsin Uzer katılmışlardı. Ayrıca Falih Rıfkı Atay ve Ruşen Eşref Ünaydın da Çankaya Köşküne çağrılmışlardı.
Atatürk dernekle ilgili her ayrıntıyı belirlemişti. Yapılan değerlendirmeler sonucunda 12 Temmuz 1932’de dernek Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla kuruldu. Atatürk öncelikle, Türkçenin gelişim yöntemlerinin tartışılacağı geniş katılımlı, kapsamlı bir kurultay toplanmasını gerekli gördü. Kurultaya tüm halk çağrılmış, katılımın olabildiğince geniş olması istenmiştir. Öyle de olmuştur.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin Türkçe Kurultay adı verilen ilk genel kurulu öngörüldüğü gibi 26 Eylül 1932 Pazartesi günü, Dolmabahçe Sarayında açıldı. Atatürk 5 Ekime dek 10 gün süren çalışmaları ve özellikle de tartışmaları yakından izledi. Kurultaya o değin önem verdi ki kendisini görmeye gelen ABD Genelkurmay Başkanı General Mac Arthur’u Dolmabahçe Sarayında kabul etti ve kurultayın ikinci gün çalışmalarını bir süre onunla birlikte izledi. Kurultaya uzmanlar kadar her kesimiyle halk da yoğun ilgi gösterdi, gönülden katıldı.
İlk kurultayın en belirgin özelliği dilde evrimcilerin değil dil devrimcilerinin görüşlerinin benimsenmesidir.
Kurultayın son gününde Halit Fahri Ozansoy, her yıl 26 Eylülün derneğin Dil Bayramı olarak kutlanmasını önermiş ve önerisi oybirliği ile kabul edilmişti.
İkinci Türk Dili Kurultayı da Dolmabahçe Sarayında toplanmıştı. Atatürk 18 Ağustos 1934’ten 23 Ağustos 1934’e dek süren kurultayın öğleden sonraki tüm oturumlarını dinlemişti. İkinci Kurultayda daha çok dillerin gelişim süreci üzerinde durulmuş, kimi yabancı dilbilimciler de bildiri sunmuşlardır.
Üçüncü Kurultayda tüzükte de bazı değişiklikler yapılmış, dilin özleştirilmesine koşut olarak Türk Dili Tetkik Cemiyeti adı Türk Dil Kurumu olarak değiştirilmiştir.
Dil Devrimi: Bilginin Ulusa, Ulustan Aydınlara Yayılışı
Türk Dil Kurumu, Türk yazınının, eleştirisinin, dilbiliminin en yetkin sözcülerini yapısında toplamış, sözkonusu aydınlarca çok büyük işler yapılmıştır. Derleme Sözlüğü ile Tarama Sözlüğü kapsadığı ciltler dolusu sözcükle, Devrimimizin görkemli yapıtıdır. Bugün aşılamadığı gibi hâlâ araştırmalar için eşsiz niteliktedir. 12 Eylül darbecilerince kapatıldığı tarihe değin yayımladığı betikler, yayım organı Türk Dili dergisi (ki günümüzdeki süreği Çağdaş Türk Dili dergisidir) temel kaynaklardandır. Düzenlediği bilgi şölenleri dil alanında önemli etkiler yaratmıştır.
Ulusun kısa zamanda okuryazar niteliği kazanması (ki cumhuriyet kurulduğunda yok denecek düzeydedir ve bu oranın içinde kadın ile Türk neredeyse yoktur), bilginin kolaylıkla ulusa anadili Türkçe ile yayılması, ulusun bilinçlenmesi, dünyadaki olayları izleme yeteneği kazanması, seçenekleri tanıması, eşitsizlik üreten derebeylik (feodalite) ilişkilerine karşı sorgu gücü elde etmesi, kısacası aydınlanması Dil Devriminin sonucudur. Bu büyük Devrimin dayanağı ise Latin abecesinin kullanılmaya başlanmasının yanı sıra Türkçenin özleşmesi, arılaşması ve anadil Türkçenin yazı dili olmasıdır.
Ne ki egemen buyurganlar (derebeyleri+din tacirleri+bürokrasinin çıkarcı kesimi+tefeci+yabancı sermayeye bağlı işbirlikçi sermaye) sınıfsal çıkarlarının yok olduğunu hemen gördüklerinden aydınlanmayı engellemekte gecikmediler, Atatürk’ün yaşamını yitirmesinden başlayarak, tepeden tırnağa çağdışı, bilimdışı tutumlarıyla Türk Devriminin her yanına karşı olduğu gibi, Dil Devrimine karşı da savaşıma başlamışlardır. Kuşkusuz bu devrim karşıtlığı aynı zamanda çağdaş üniversiteye, ulus okullarına, uygarlık müzelerine, köy enstitülerine, eğitmen kurslarına, halkevlerine, Türk Tarih Kurumu’na, Türk Dil Kurumu’na, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne, tarımsal üretim çiftliklerine, ağır sanayi kuruluşlarına… karşı da savaşımdır. Gerçeğin bu olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır.
1950’de ülkenin başına gelen Demokrat Parti’nin başı Adnan Menderes’in ilk yaptığı işlerden biri nasıl ki on sekiz yıl Türkçe okunan ezanı yeniden Arapçaya geri döndürmek olmuşsa, 12 Eylül 1980 darbecilerinin ilk işi de Atatürk’ün yasal kalıtını çiğneyerek, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nu kapatmak olmuştur. Amaç her zaman aynıdır: Egemen sömürücü sınıfların çıkarlarının sürmesi!
Yeni Dünya Düzeni ile Türkçe
Yeni Dünya Düzeniyle birlikte sömürü yöntemlerine yenileri eklendi. Bunlardan biri de dille ilgilidir: Anadilinde eğitim istemi! Budunsal (etnik) yapıların ulus devlet yapısına karşı güçlendirilmesi ve yüceltilmesi izleminin en başat dayanaklarından biri anadilinde eğitim olmuştur. Oysa anadilinde romanını, şiirini, öyküsünü, oyununu, gazetesini, dergisini, yayımlamak, anadilini öğretmek ve öğrenmek, konuşmak; müziğini, TV yayımını yapmak başat insanlık olmakla birlikte; anadilinde eğitim, öğretim bu belirtilen haklarla hemen hiç ilgisi bulunmayan apayrı bir durumdur. Somutlaştırırsak, daha anaokulu çağındaki çocukların bile birbirini yabancı sayması demektir. Kendi siyaset sözcülerince ortak dilin dışına atılmış olacaklarından, ilgili halkların budunsal dilleri üzerinden bilime, sanata ulaşmakta işlerinin daha da güçleştirilmesi demektir. Kısacası birtakım egemenlik çıkarları için halkların harcanması demektir. Bu durum ise o çocuklara, insanlara iyilik değildir, kötülüktür.
Kaynak
Turan, Şerafettin-Özel, Sevgi, Türkçenin ve Dil Devriminin Öyküsü, Dil Derneği Yay., 2007
(Bu yazı Berfin Bahar dergisinin Ekim 2014, 200. Sayısında yayımlanmıştır.)