Yazınımızın kalıcı göçeriydi Muzaffer Buyrukçu. Sıradan, kentli insanın nasıl derin iç çatışmalar içinde kıvrandığını, bunaldığını; sonu gelmez mutluluk arayışını Türk okuru Buyrukçu’nun öykülerinde, romanlarında buldu. Hem verimlilik anlamında hem de nitelik anlamında görkemli bir birikim bıraktı bize; olağanüstü etkileyici bir birikim… Muzaffer Buyrukçu hiçbir yazın anlayışına kapılmadı; yakın olmadı, olamadı. Yenilikleriyle, içtenliğiyle, okurun hemen özdeşlik kurduğu yazın kişilikleriyle her yapıtında kendi oldu. Özgürce yazdı. Kimi yazarlar gibi, İstanbul’u dertsiz, tasasız, su kıyısında ya da sandallarda şemsiyeli kadınlarla fesli, tiril tiril giysili, bastonlu beylerin kenti olarak görmedi, yazmadı. Buyrukçu gerçek İstanbul’u yazdı.
Oysa dönemi sol-sağ siyasal çatışmanın olduğu değin, yazınsal düzlemde bireyci-toplumcu ayrım ve çatışmasının da yakıcı biçimde yaşandığı yıllardır. Buyrukçu her iki yaklaşıma da yakın değildir; her iki yaklaşımı da eksikli bulur. Haklıdır da. İyi ki böyle düşündü. Eşsiz yapıtlarındaki güzelliği sözkonusu özgüvenle belirginleşen yeteneğine, giderek ulaştığı ustalığına borçluyuz.
Türk yazınında günlük yazarı azdır; Muzaffer Buyrukçu günlük yazınının da ustalarındandır. Onun günlükleri pırıltılı, görkemli bir dönemin, yazar ilişkileriyle, dostluklarıyla, çatışmalarıyla, yaşantılarıyla; ilk elden, içeriden tanıklığıdır.
Muzaffer Buyrukçu ekmeğini büyük oranda memurluktan kazanmış (ki yıllarca emek verdiği Toprak Mahsulleri Ofisi’nden emekli olmuştur) bir usta yazar olarak, yapıtlarına memurluk yaşamından kesitler de yansıtır. Sekiz saat bir alana hapsedilen memurların günlük kaygılarını, geçim dertlerini, sevdalarını, tutkularını; aynı gerçekten yola çıkmakla birlikte, o memurların bile şaşırabilecekleri güzellikte yeni bir dünya kurarak anlatır. Örneğin “Bulanık Resimler” adlı yapıtı böyle bir yapıttır.
Bu satırların yazarı da yılların Toprak Mahsulleri Ofisi çalışanıdır. 2006 yılıydı. Nasıl olduysa Muzaffer Buyrukçu belleğime düştü. Telefon ettim; çıkan Muzaffer Ustaydı. Hatırını sordum. İyi olmadığını, sağlık sorunlarının arttığını, yalnızlığını belirtti. Bir tekerlekli sandalyeye çok gereksinim duyduğunu söyledi. Gerekli girişimlerde bulunup yeniden arayacağımı, bilgi sunacağımı bildirdim; acısını hafifletecek sözler söylemeye çalıştım.
O dönemde CHP’de Sinema Sanatçısı Milletvekili Berhan Şimşek’in danışmanı Mustafa Beye ulaştım. Hemen iletip beni yanıtladı ki meğer Kültür Bakanlığının yasal çerçevesi yardım, destek, (bu olay özelinde tekerlekli sandalye) sağlanması konusunda yalnızca sinema sanatçılarını kapsıyormuş. Yazarlar çerçevenin dışındaymış. Adları önemli değil, (bir işe yarasalardı önemli olurlardı), Ankara’dan, İstanbul’dan “yazar örgütleri” başkanlarına, yöneticilerine ulaştım. Biri ilgilenmedi, diğeri ise “Muzaffer Buyrukçu’ya daha önce para yardımı yaptık; artık olanağımız yok” diye yanıtladı. Elimden hiçbir şey gelmedi. Yanlış anımsamıyorsam Muzaffer Ustaya durumu bildirdim; yine de çabalarımı sürdüreceğimi söyledim. Çok geçmedi, iki üç gün sonra, 26 Ağustos 2006’da, Muzaffer Buyrukçu’yu yitirdiğimiz haberini aldım. Yalnızlığının, son günleriyle ilgili diğer acı sonuçlarına ise değinmek istemiyorum. Bu saatten sonra yararı olmadığı gibi yaraları kanatmanın anlamı da yok.
Muzaffer Buyrukçu’nun yeri her zaman belli. Güzelim yapıtlarıyla aramızda oluşu tek avuntumuz. (Muzaffer Buyrukçu’nun oğlu Erdem Buyrukçu da düzenlediği bilgisunar sayfasıyla babasının anısını yaşatıyor).
Muzaffer Buyrukçu’yu büyük özlemle, saygıyla, sevgiyle anıyorum.