Kaynaklarda yeryüzünde Türkçe konuşan kişi sayısı olarak yaklaşık 150 milyon ile 220 milyon arasında değişen bir sayı veriliyor. Türkçe dünyanın konuşan nüfus yönünden beşinci ya da altıncı dili.
Türk olan olmayan birçok dilbilimci, Türkçenin varsıllığına ilişkin bilimsel belirlemeleri içeren çalışmalar yaptılar, yapıyorlar. Bu çalışmaların önemli niteliklerinden biri Türkçenin çağrışım gücünün yüksekliğine, matematiksel yapısına, müziğine, türetme kolaylık ve yeteneğine yönelik belirgin vurgudur, giderek hayranlıktır.
Pek ayırdında olunmaz ama Türkçenin sözkonusu varsıllığında, Türk ekininin anaerkil dayanaklarının payı büyüktür. Bu başlı başına üzerinde durmayı gerektiren ayrı bir yazı konusu olabilir.
Osmanlı döneminde, yirmi dört yılını dışarda bıraksak, Türkçe altı yüz yıl dışlanmıştır. “Ussuz Türk”ün dili sayılarak aşağılanmıştır. Tarihsel belgeler bu gerçeği kanıtlıyor, tersini değil… Ne ki Türkçe, tüm engellere karşın özellikle sözlü ekinden beslenerek özünü korumuştur, güçsüz düşmemiştir. Batının sözlük nedir bilmediği bir dönemde, Kaşgarlı Mahmut’un Divanı Lügati Türk’ü, günümüze sesini duyuran eşsiz kaynağı yazdığı bir ekinsel düzeyin güçsüz kalması düşünülemez. Bu abartılı söz değil, deyim yerindeyse “fotoğraf”tır, nesnel bilgidir.
Dil sınıfsal yapıları etkileyen, bu yapılardan kısmen de olsa etkilenen bir olgudur. Halkın anadilinde yayımın, öğretimin, eğitimin geliştirilmesi bilgiyi kitlelere, halka, emekçi sınıflara yayacaktır. Bunun emekçi sınıflarda yaratacağı bilinçlenme ise ilişkileri emek yararına değiştirecek, yeniden düzenleyecektir.
Bu bağlamda, Osmanlının 600 yıl sonunda halkı getirip bıraktığı yüzde on bile olmayan okuryazar oranının gizi çözülmüş oluyor: Halk aydınlanmasın, boşinançlarla ömür tüketsin, bağlı kalsın yani “itaat” etsin!
Sözkonusu eşitsizlik üreten koşullar aynı zamanda “kutsallaştırılmış” bir abeceyle, üretilmiş yapay dil Osmanlıcanın yazım aracı olan Arap abecesiyle de ilgilidir. “Kutsal”laştırıldığı için iletişimden ayrı, dinsel anlam da yüklenmiştir. (Hele de günümüzde…).
Oysa uzmanlar Osmanlıcanın, Arapça abecenin, bir dünyanın, yaklaşım alanının solumasının temel aracı olmasından da öte, ayrı durumlara göre ayrı okunan, anlamlandırılan zor bir abece olduğunda birleşiyorlar.
Türk Devriminin başat dayanaklarından Dil Devriminin hazırlık koşulları oluşturulurken 1 Kasım 1928’de Arap abecesi kaldırılarak Latin abecesinin uygulanmaya başlanmasıyla yapılan Yazaç (Harf) Devrimi, hem eleştirel bir dünyanın düşün aracına geçişi hem de kısa zamanda okuryazar oranının artışını, dolayısıyla bilginin yaygınlaşmasını sağlamıştır.
Yıllardır özverili yazarların, aydınların çabasıyla başarıyla sürdürülen, Türkiye’nin yetkin yazın buluşmalarından olan Uluslararası Ankara Öykü Günlerinin 2014 yılındaki bölümlerinden birinde, konuklardan tanınmış Yazar Anar Rızayev’in abece değişiminin etkilerine ilişkin görüşleri tartışma yarattı. Seçildiği 1987’den bu yana Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanlığı görevini sürdüren Anar’ın konuşmasından sonra, dinleyiciler arasında yer alan Yazar Ahmet Yıldız, “Çeviriden tümden kurtulacağımız bir sürece girmeliyiz” diyerek Azerbaycan’ın Türkiye Türkçesini benimsemesini istedi. Aynı zamanda Türk Dünyası Yazarlar Birliği Başkanı olan Anar, bu görüşe şöyle bir karşılık verdi: “İlk koşul gerçekçi olmak! Türk dilleri farklı dillerdir: Tatarlar, Kırgızlar, Kazaklar, Yakutlar, Azerbaycanlılar birbirlerinin konuştuklarını anlamazlar. Her birinin farklı bir geçmişi, farklı bir gelişimi, farklı bir yazın mirası vardır. Gerçekçi olan, Türkiye Türkçesinin bütün bu halkların iletişim dili olması için çalışmaktır… 70 yıllık Sovyet döneminde Türkiye Türkçesiyle Azerbaycan Türkçesi birbirinden daha ayrıydı. Bugün dillerimiz birbirine daha yakın… Ahundov’un (Ahundzade’nin) dili bugünkünden farklı bir dildi: Farsçası daha bol bir dildi.”
Yazar Mina Tansel, Azerbaycan’ın Türkiye’den önce Latin harflerini benimsediğini, ama sonra yeniden Kiril abecesine döndüğünü anımsattı. İki halkın ayrı düşmelerinin bir nedeninin de aynı anda aynı alfabeyi kullanmamaları olduğunu söyledi. Bunun üzerine Anar, bazı dinleyicilerin seslerini yükseltmelerine, tepkilerine neden olan bir açıklama yaptı: Azerbaycan’ın son yüzyıl içinde siyasal nedenlerle birkaç kez alfabe değiştirdiğinden; eğitim düzeyinin yükselmesinin alfabenin kolaylığına bağlı olmadığından; alfabelerinin güçlüğüne karşın Çin’de, Japonya’da eğitim düzeyinin yüksek olduğundan söz etti. (*)
Düşünür Ahundov Abdulhamit II döneminde saraya Latin abecesine geçmeyi önermiş bir kişidir. İlginçtir, bu önerisi uygulamaya dönüştürülmemişse de saraydan tepki görmemiştir.
Görüldüğü gibi, Anar, Türkiye Türkçesinde yazın, yazı bağlamında birleşilmesinden yanadır.
Konuşma dilinde ayrılıkların olduğu, bu alanda birlik kurmanın güçlükler taşıdığı kanısındadır. Asıl tepki doğuran abece üzerine görüşleri ise Türk Devrimi gerçeğinden ayrıdır, bu gerçeği değiştirmiyor. Ülkelerin özgül tarihsel koşulları değerlendirmeye dayanak alınmalıdır. (Bu olgu yukarıda belirtilmiştir). Azerbaycan halkı ise tüm bu abece değişimleri sırasında ne üst yapısal değerler konusunda geridir ne de okuryazarlık, anlama, algılama, bilgi düzeyi konularında geridir.
Melih Cevdet Anday’ın gezi yazılarından, o yılların Azerbaycan’ında hemen her evde bir piyano ile yeterli bir kitaplığın bulunduğunu; Nâzım Hikmet’in yazılarından Azerbaycan halkının ekin düzeyinin gelişmişliğini anımsıyorum.
Ayrıca Çin ile Japon (özellikle Japon) abecelerinde çağdaşlaşmayla birlikte kolaylaştırma çalışmaları yapıldığı, düzenlemelere gidildiği; Japonların tarihte Çin ekininin yayılmacı etkilerinden korunma yolları aradıkları, önlemler uyguladıkları bilinmektedir.
Ulusların gelişmelerine, ilerlemelerine yönelik etkenler birden çoktur; benzer ya da ayrı etkenlerden de söz etmek olanaklıdır. Çin’in, Japonya’nın uygulayımbilimsel (teknolojik) gelişiminde abece dışı etkenler de çok belirleyicidir. Diğer deyişle hiçbir olayın tek etkeni, tek nedeni yoktur. Ne ki Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerlemesinde abece değişiminin önemi yaşamsaldır. 600 yıldır bilgiyi halka yaymamakta kararlı egemen buyurganlığın kurumlarını devrimle yıkmak zorundasınız ve bu ise köktenci, gerçeklere dayanan atılımlarla gerçekleşir. Bunun ortası olamaz. (Ortası, “O da olsun bu da olsun” durumunda nereye gelindiği günümüz Türkiye’sine bakılarak açıkça anlaşılabilir). Kaldı ki Yazaç Devriminin hemen ardından sağlanan başarılar Latin abecesine geçiş kararının bilimselliğinin, doğruluğunun en iyi kanıtıdır. Başka söze gerek yoktur. Yüzlerce yılda öğrenemezken, kısa zamanda balıkçının, çiftçinin, kentlinin okuma yazma öğrenmesinden daha kesin ne olabilir. Bilge önder Mustafa Kemal Atatürk’ün karatahta başında ulusa abeceyi, okumayı, yazmayı öğretmesi ne güzeldir, övülesidir, yüce çabadır. Yeryüzünde benzeri olmayan bu çabayı ancak ulusuna sevdalı bir önder gösterebilir.
Günümüzde amaçlarının ne olduğu açıkça belli olan bir kesimin x, q, w yazaçlarının Türkçe abeceye sokulma girişimleri ayrı bir sorun.
Mustafa Kemal Atatürk’ün de belirttiği gibi Türkçe sesletimde bu yazaçlara gereksinim yoktur. Dolayısıyla dayanaksız yapay bir istemdir. Abecemizdeki yazaçlar ses gereksinimimizi kolaylıkla karşılamaktadır. (Diğer budunsal dillerin (örneğin Kürtçe, Zazaca) yazımındaki kullanımının ne değin yerinde, gereksinimle ilgili olup olmadığını o dillerle ilgili kişilere bırakıyoruz).
Yazımızı Anar Rızayev’in Türkiye Türkçesinde birleşmek görüşüne katıldığımızı belirterek sonlandırıyoruz. Bunlar önemli, yaşamsal tartışmalardır, sürdürülmelidir.
(*) Sayın Yazar Mina Tansel’e çok yararlandığım bilgisi için gönül borcumu sunuyorum. Sağ olsun.