Yazın ve Etnisite
Bir yandan küreselleşmeden, küçülen dünyadan, Yeni Dünya Düzeninden, “ulus devletlerin baskıcılığından” söz edilirken, aynı anda, etnik (ve dinsel) yapıların saygınlığından, yeni devletlerin kurulması gereğinden, modernizmin ve aklın kötülüğünden söz edilebilmektedir. Postmodernizm kabaca böyle bir durum olsa gerek.
Basit bir çalışma bile çalışma ve diğer insan hakları kazanımlarının yanı sıra kültürel, yazınsal alanda da değerli gelişmelerin ulus yapılar içinde ve döneminde (başka bakışla modernizm) sağlandığını gösterir. Neden böyledir? Ulusal yapılar ve üretim – insan ilişkileri bireye, yurttaşa, sanayi toplumu (sınıfsal) çatışma ve çelişkilerine, dolayısıyla görece eleştirel ortamlara dayanır.
Birey gerçeği ve eleştirellik sanata, yazına, felsefeye, bilime, giderek dile yansır. Bu etkileşim çok güçlüdür ve kolay gerçekleşmez. Birçok engellerin, güçlüklerin aşılmasıyla, evrensel insancı değerlere uyum çabasıyla, devrimlerle elde edilir.
Yeni Dünya Düzeni ve Etnik Yazın
1980’li yıllara değin yazın – etnisite ilişkisinden Amerikan yazınındaki “siyah yazın” yapıtları, siyah yazarların yapıtları anlaşılırdı. Yeni Dünya Düzeni, küreselleşme, paracı ekonomi, özelleştirme dayatmalarıyla birlikte, ulus devletlerin içindeki etnik yapıların yazını, kültürü anlaşılmaya başlandı.
Strateji alanında rastlantının oranı çok düşüktür. Ne yapılırsa planlanarak yapılır. Kimilerinin savladığı keşke doğru olsaydı da yazının süreci siyasadan, strateji planlarından bağımsız olabilseydi. Ne ki böyle bir ülküsel dünya yok.
İşte sorun bu bağın yapay kullanıma dönüştüğü uygulama alanlarından doğuyor. Yapay kullanımdan kastımız sanatın, yazının (edebiyat) ulus devletleri parçalama amacı yönünde, yazının etkisinin yüzyıllardır birlikte yaşanan halkaları düşmanlaştırmak, girişilen terör eylemlerini sözde gerekçelendirmek, “masumlaştırmak” yönünde kullanılmasıdır. Anadilinin yazılması ve konuşulmasının, bu dilde yayın yapılmasının başat insan haklarından olduğunda kuşku yoktur. Sözkonusu haklar üzerinde tartışma bile kabul edilemez; iki alanı kesinlikle ayırmak zorunludur.
Kültür ve yazın her şeyden önce evrensel, ortak insanlık kaygılarına, birikimine, duyarlığına dayanır (böyle olmadığını savlayacaklar çıkarsa tartışırız.) Ilyada’da sömürgeci birleşik ordu da yurdunu savunanlar da Troya Atı hilesi de bellidir ve artık değiştirilmesi, başka biçimlerde yorumlanması olanaksızdır. Homeros saldıranların değil, saldırılanların, ezilenlerin acısını duyar. Ayrıca savaşın kötülüğünü, acımasızlığını sahneler. Bugün de geçerli değil mi? Gılgamış kardeş saydığı Enkidu’yu yitirmesiyle öyle büyük acı içine düşer ki tüm gücünü ölüme çare bulmaya harcar: Sevgi ve ölümsüzlük… Dostoyevski yeniden ve yeniden insanı ve özgürlüğünün yollarını sorgular; bambaşka bir Tanrı-din algısı içinde yapar bunu. Tolstoy adaleti, çaresizliği, sevdayı, şefkati, toplum baskısını, savaşın yıkımını çözümler. Solohov, Gorki, Dickens, Hugo, Sartre, Camus… Hiçbirinde topluluk (cemaat, “Bu da nereden çıktı” demeyin lütfen; günümüzde kürsülerde toplumbilim (sosyoloji) terimi olarak bolca kullanılıyor ve kitaplar dolusu övgüler düzülüyor,) yüceltisi bulunmaz. Sarsılmaz yerlerini edinmiş bu usta yazarlar sürekli değişimi, bireyi, insanı, düşünsel olanakları irdelerler.
Bireyi yok eden budunları, etnik yapıları, dinsel kurumları, ulus örgütlenmesini dağıtmak amaçlı güzellemek, yüceltmek sanatın, yazının işi değildir. Postmodern dayatmalar yazına bunu da yaptırdı, yaptırıyor.
GÜNAY GÜNER
1 Şubat 2018