“Müzik yazıldığı ve improvize edildiği sürece sonsuzluğu
temsil eder. Yapay Zekâ ise promt (komut) verildiği sürece
matematiksel açıdan sonsuzdur ancak kesinlikle özgün değildir.”
Amerika, keşfedildiği varsayılan 1492 yılından sonra, Atlantik okyanusuna kıyısı bulunan Portekiz, komşusu İspanya ve Ada ülkesi İngiltere başta olmak üzere Avrupa’nın emperyalist ülkeleri için bir çekim kaynağı olmuştur.
Yüzyıllar ilerledikçe, Dünyanın neredeyse tüm ülkelerinden insanları barındıran bir yer haline gelen Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının soy adlarına bakıldığında, bir zamanların “Yeni Dünya”sına ailelerinin hangi ülkeden geldiklerini anlamak mümkün olabiliyor. Başta İngiliz, İrlandalı, İskoç, İtalyanlar olmak üzere, bunlara eklenen Afrikalılar, Pasifik adalıları, Çinliler, Orta ve Güney Amerika ülkeliler, eğer “ulus” kavramı vatandaşlık bağlamında tanımlanırsa “Amerikan milleti”ni oluşturuyorlar! Bu topluluğu “sentetik millet” olarak tanımlıyorum. Bir diğer sentetik millet ise İsrail’de yaşayanlar. Burada da günümüzdeki nüfus, Avrupa ve Rusya başta olmak üzere değişik ülkelerdeki, özellikle anne tarafından Yahudi olanların toplanmasıyla oluşturulduğu için, “sentetik” tanımlaması uygun düşüyor.
Türklere, gelince, Osmanlı döneminde ilk Türklerin Anadolu’dan 17. Yüzyılda Amerika’ya gittiği düşünülüyor. 20. Yüzyılda ise, Amerika Türk insanının düş dünyasında hep okumak ya da çalışmak için en ideal ülke olarak yerini aldı. Siyasetçilerin söylemine bile yansıyan Amerikan hayranlığı, 3. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın “Türkiye Küçük Amerika olacak” temennisinde ifadesini buluyordu. Gazetelerde beş parasız gidip, dolar milyoneri olmuş insanların hikâyeleri hep en çok okunanlar arasındaydı. Muzaffer Tema’nın bir Holywood filminde rol alması, Türkiye gündemini günlerce işgal etmişti. Ahmet Ertegün’ün müzik endüstrisinde patronluğa kadar uzanan öyküsü, günümüzde bile sıklıkla hatırlanan, neredeyse güncelliğini koruyan bir olgu.
Amerika’da uzmanlık eğitimi alan, akademide yer bulan, müzik ve film piyasasında çalışan Türk müzisyen sayısı da giderek artıyor. Kamran İnce, Mahir Cetiz, Yiğit Kolat gibi akademisyen-besteciler ve çok sayıda icracı genç müzisyen başka New York olmak üzere büyük kentlerde bulunuyor.
Utar Artun (D. 1987, Ankara), müzik yaşamını Boston merkezli olarak sürdüren bir besteci, piyanist, aranjör. 1998 yılında, Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda başladığı vurma çalgılar ağırlıklı eğitiminin sonunda 2008 yılında, ”Bölüm Birinciliği” derecesi ile mezun oldu. 2009 yılında bursla kazandığı Berklee College of Music’de Film Müziği, Caz ve Kompozisyon alanlarına yoğunlaşarak 4 yıllık eğitimi 2.5 sene içerisinde summa cum laude (en yüksek) derecesiyle bitirdi. O gün, bu gündür de müzik yaşamını Boston’da sürdürüyor. Müzik yaşamında kazandığı çok sayıda yarışma bulunuyor.
Kendisiyle, hem iş öyküsü, hem de ABD’deki olanaklar hakkında yaptığım bu söyleşinin, hedefinde lisans ve yüksek lisans için bu ülkenin bulunduğu gençler için de hayli yararlı olacağına inanıyorum.
ABD’deki yaşamından memnun musun?
ABD'deki yaşamımdan genel olarak memnunum çünkü hem Berklee'deki öğretim üyeliğim hem de modern piyanist, bestecilik ve aranjörlük kariyerim bana çok yönlü bir müzikal ortam sunuyor. Farklı disiplinlerde öğretim verirken, özgün çalışmalarla daha geniş projelere imza atmak ve dünyanın farklı kültürlerinden sanatçılarla iş birliği yapmak benim için tatmin edici bir deneyim sunuyor. Boston, MA bu tarz projeleri yapmak için çok farklı kültürel ve akademik zenginliklere sahip. Berklee, New England Konservatuvarı ve Boston Konservatuvarı gibi müzik okulları ve MIT, Harvard, Amherst, TUFTS gibi köklü okullarda bu şehirde yer alıyor. En son aldığım bir duyuma göre Boston şehirinin yaş ortalması 29 diye kayıtlara girmişti.
Hem öğretim üyeliği, hem de serbest bestecilik yapmak seni yeterince tatmin ediyor mu?
Evet, her iki alan da birbirini destekleyen farklı dinamiklere sahip ve beni oldukça tatmin ediyor. Öğrencilerle çalışarak yeni jenerasyon müzisyenlere ilham verme şansına sahipken, serbest bestecilik ve aranjörlük ile özgün eserler ve projeler yaratmanın keyfini sürüyorum. Her yeni proje, sanatsal anlamda yeni bir keşif yolculuğu. İşin en tatmin edici yanı da hem Türkiye, hem A.B.D. hem de Çin gibi ülkelerdeki insanlarla birlikte çalışmak. Bunlara ek olarak da senfonik eserlerimin kayıtlarının olduğu yeni albümler çıkarmak gibi bir hedefim var. 2024 yılında, ilk yayınlanan eserim Bursa Devlet Senfoni Orkestrası’nın seslendirip, Amerikalı şef Dorian Wilson’un yönettiği ‘Scope’ oldu. Aynı zamanda Piyano Doğaçlama ve Stilikstik Yaklaşımlar üzerine yazmak olduğum yeni bir kitap var. Solo Piyano albümüm ‘Alla Mente’ de yakında çıkacak olan projelerim arasında yer alıyor.
Klasik, caz ve diğer türlerde beste yapıyor olmak nasıl bir duygu?
Beste yapmak, kültürel farklılıkların, duyguların ve ilham kaynaklarının bir arada harmanlanması açısından zengin ve heyecan verici bir süreç. Müziğin her türüne dokunarak kendimi ifade etmenin özgürlüğünü yaşıyorum ve her bir tür (stil) has disiplinlerle yaratıcılığımı genişletiyorum. Asıl besteci kimliğim klasik müzik olmasına rağmen, diğer dünya müzik türlerine karşı olan bakış açım ve anlayışım beni diğer bestecilerden farklı kılan bir faktör olabilir. Ancak bu bakış açısını oturtmak ilk başlarda kolay olmadı.
Bildiğiniz üzere müzik kariyerime bir klasik müzisyen olarak başladım. HÜADK’da 10 yıl boyunca Haşim Yedican, Tarkan Yedican ve Hakan Yedican ile vurmalı sazlar, rahmetli İlhan Baran ile de özel kompozisyon eğitim aldım ve 11 yaşımda ilk senfonik eserlerimi yazarken yalnızca Stockhausen, Alban Berg, Arnold Schönberg, Anton Webern, Penderecki, Messiaen, Charles Ives, Liszt, Rachmaninoff, Stravinsky, Prokofiev, Ravel, Mahler ve daha birçok çağdaş/klasik, dodekafonik ve deneysel müziği dinlerdim. Diğer müzik türlerini "sahte" olarak görürdüm. Ancak, 27 yılı aşkın bir süre sonra dönüp kariyerime baktığımda müziğe bakış açımın ne kadar değiştiğini ve geliştiğini gözlemliyorum. Aslında 11 yaşımdayken kendime karşı ne kadar çok yasakçı ve kısıtlayıcı olduğumu fark ettim.
Eşinin seni “Global müzisyen” diye tanımladığını duydum. Globalleşmende sosyal medyanın da rolü var mı?
Sosyal medyanın globalleşme üzerindeki etkisinin yeni bir sistem (new world order) olduğunu kabul ediyorum. Ben bu konuda biraz eski kafalı biriyim sanırım, sosyal medyaya çok nadiren giriyorum ancak çalışmalarımı daha geniş bir kitleye ulaştırmak, farklı projelerde yer almak ve dünyanın dört bir yanından sanatçılarla bağlantı kurmak adına sosyal medya oldukça etkili bir araç. Eşim Nazan Nihal beni bu konuda sürekli destekliyor. Küresel izleyicilerle etkileşim halinde olmak hem sanatsal ufkumu genişletti hem de yeni fırsatlara kapı araladı.
Eşimin bahsettiği Global Müzik Spesyalist konusuna gelecek olursak; gençken, klasik müzik eğitimim üstüne düşlediğim bir müzik idesi vardı. Tibetli keşişlerden İtalyan mafya babalarına, Hintli gurulardan klasik müzik efsanelerine, hip-hop hayranlarından doktoralı emeritus akademisyenlere, caz ustalarından Ortadoğu üstadlarına, rockçılardan Asya müziği gelenekçilerine, pop müzik yapımcılarından çağdaş müzik tutkunlarına, Afrika kabilelerinden İskandinav klanlarına, müzik polislerinden müzikten nefret edenlere kadar dünyanın her yerinden insanların hissedip dinleyebileceği saf bir müzik eseri yaratmak gibi imkansız bir hayalim vardı.
Ancak amacım, dünyanın tüm müzik türlerinden oluşan bir başyapıt yaratmak değil; bu benim için çok kolay olurdu. Benim hedefim, daha önce hiç duyulmamış ve hayal edilmesi bile zor olan, son derece karmaşık bir eser yaratmak. İki milyar yıl sonrasını hayal etmek ya da 500 milyon ışık yılı uzağa bakıp şu anda orada neler olduğunu bilmemek gibi bir şey bu. Kelimelerle ifade etmesi oldukça zor olan karmaşık bir kavram.
Türkiye’deki ve ABD’deki müzik yaşamlarını karşılaştırdığında ortaya hangi gerçeklerden oluşan bir tablo çıkıyor?
Türkiye’deki ve ABD'deki müzik yaşamlarını karşılaştırdığımda, iki ülkenin farklı avantajlar ve zorluklar sunduğunu görüyorum. ABD, sanatçılar için geniş bir fırsat yelpazesi sunarken, daha fazla uluslararası iş birliği ve kaynak erişimi sağlıyor. Türkiye’deki müzikal tarih ve yerel dinamikler ise derin bir kültürel miras ve zengin bir müzik topluluğu sunuyor, bu da benim için daima özel bir yer taşır. Özellikle Türkiye’de aldığım eğitim, ailem ve arkadaşlarım aslında beni Utar Artun yapan temel öğelerdir. O yüzden iyi ki temel eğitimimi Türkiye’de almışım diyorum.
Şu ana kadar eğitim aldığım müzik kurumlarını karşılaştırdığımda ise, Türkiye’deki müfredat eğitiminin daha performans sanatçısı yetiştirmek üzerine, Amerika’daki müfredatın ise performansa ek olarak daha çok müzisyen yetiştirmek üzerine odaklandığını fark ettim. Amerika’da çalışan öğrencilerin çoğu aslında buradaki eğitim programlarının ne kadar yoğun olduğuna dair çeşitli platformlarda konuşuyor. Geçtiğimiz yıllarda Boston’da yapılan bir araştırmaya göre, ders programı ve ödev-proje yoğunluğu açışından Berklee, Harvard’dan sonra ikinci sırada gelmişti. Mesela ben New England Konservatuvarı’nda Kompozisyon üzerine Yüksek Lisans yaparken okul müfredat kataloğunun zenginliğine ve genişliğine hayran kalmıştım.
Berklee’deki zorunlu (basit) temel müzik eğitimleri bile bir müzisyenin Stravinsky’nin ‘Bahar Ayinini’ şef olarak yönetmesinden, normal kompozisyon bölümlerinde gördüğümüz konturpuan derslerine ve geleneksel armoni öğrenmesini, modern Amerikan 12-ton nota okuma sisteminden (moble-do) ve Avrupai Solfej ve modern armoniye, temel orkestrasyon ve aranje /produksiyon tekniklerinden 4 yıllık enstruman, lab ve oda müziği derslerini öğrenmesini zorunlu kılıyor. Doğal olarak bazı öğrenciler bu kadar çok temel ders ve bilgiyi fazla bulabiliyor.
Türkiye’de giderek güçleşen yaşam koşulları nedeniyle yurt dışına gitmek isteyen genç müzisyenler de çoğaldı. ABD’yi hedefleyenler için hangi tavsiyelerde bulunabilirsin? Burs, destek konusunda neler yapmalı, hangi araştırmalarda bulunmalılar?
Türkiye'deki zorlaşan yaşam şartları nedeniyle yurt dışına yönelen genç müzisyenler için en büyük tavsiyem; uluslararası seviyede nitelikli projelere yönelmeleri, becerilerini geliştirmeleri, kendilerine özgü tını ve yorumlar yakalamaları ve özellikle burs ve destek programlarını kapsamlı şekilde araştırmalarıdır. Burs ve destek programlarına başvururken; başvuru formlarını iyi hazırlamak, referanslar mektupları almak ve alanlarında fark yaratacak nitelikli projeler üretmek önem taşıyor. Ayrıca yurtdışındaki yarışmalara, workshoplara katılarak da farklı ağlar kurabilirler. Her çağda olduğu gibi bu çağda da en önemli faktörlerden biri bağlantı kurmak. ‘Six Degrees of Seperation’ teorisine göre bile her insana 6 insan aracılığıyla ulaşmak teorik olarak mümkün görünüyor.
Bunlara ek olarak, mümkün olduğunca yerel ve uluslararası festivallere katılmalarını ve kendilerini gösterebilecekleri platformlar bulmalarını öneriyorum. Türkiye'deki klasik müzik ve caz festivalleri, müzik yarışmaları ve çeşitli sanat merkezleri önemli fırsatlar sunuyor. Örneğin, Ankara Caz Derneği ve Çağdaş Eğitim Vakfı'nın burs programları benim gelişimime katkıda bulunmuştu. Ayrıca, yurt dışı hedefleri olanlar için uluslararası yarışmalar, atölyeler ve özel akademik programlar çok değerlidir.
Müziğe yeni başlayan gençlere ise en önemli tavsiyem; sabırlı olmaları, sürekli pratik yapmaları ve kendilerini geliştirecek her fırsatı değerlendirmeleridir. Bir müzisyenin yeteneklerini ve bilgisini sürekli beslemesi gerekir. Farklı tarzlarda çalışmak ve öğrenmek, sanatsal ufkunu genişletir. Ayrıca kıymetli eğitmenlerden mentorluk almak, deneyimli müzisyenlerin yol göstericiliğinden yararlanmak da büyük bir öneme sahiptir.
Küresel projelerde yer alarak farklı kültürlerle çalışmanın sana ne gibi katkıları oldu?
Farklı kültürlerle çalışmak, müziğimi sürekli bir sonsuzluk döngüsü içerisinde zenginleştiren bir deneyim. Çin’in ulusal sanat hazinesi olarak kabul edilen Yazhi Guo’nun projeleri, Hindistan’ın ünlü sanatçıları A.R. Rahman ve Vijay Prakash ile olan çalışmalarda olduğu gibi her yeni kültürden öğreneceğim şeyler oldu. Mesela Arap müziği ustaları Bassam Sabaa ve Simon Shaheen, dünyaca ünlü Afrikalı müzisyenler Sona Jobarteh ve Asim Gorashi, Çin müziği efsaneleri Wu Man ve Chen Jun gibi isimlerle çalıştım. Brezilya ve Latin müziği ustaları Deborah Gurgel ve Luis Conte, caz efsaneleri Kevin Eubanks, Dave Weckl, Bobby McFerrin, Jojo Mayer ve Jack DeJohnette, pop ve R&B yıldızları Chuck Rainey, Ledisi ve Justin Timberlake, Rock efsaneleri Kenny Aronoff ve tabii ki Tahir Aydoğdu, Ferhat Erdem, Hasan Yükselir, Mehmet Ali Sanlıkol, Erkan Oğur gibi birçok Türk müziği ustasıyla da iş birliği yaptım. Müziğimde yerel tınılarla evrensel sesleri kompleks bir biçimde harmanlayarak dinleyicilerle daha derin bir bağ kurabiliyorum. Ayrıca, bu tür projeler sayesinde farklı bakış açıları geliştiriyor ve kendi sanat anlayışımı genişletiyorum.
Şu ana kadar çalıştığın projelerde unutamadığın bir anını bizimle paylaşabilir misin?
İsviçre, Bern GKS’deki müzik okulunda yaşadığım bir anımı paylaşmak isterim. Carillo'nun 16 ET tonlu Mikrotonal Piyanosu ile yaşadığım deneyim, müzikteki kültürel çeşitliliğin nasıl beklenmedik bir anda yaratıcılığı teşvik edebileceğinin mükemmel bir örneğiydi. Bu enstrümanı daha önce hiç deneme fırsatım olmamasına rağmen, piyanonun mikrotonal yapısı, akort ve tını konusunda yeni imkanlar sunarak benimle daha ilk dokunuşta derin bir seviyede etkileşim kurmuş olabilir. Bu deneyim bana farklı müzik geleneklerini ve enstrümanları anlamanın, spontane anlayış ve güçlü bir ifade ile nasıl bir etkileşime yol açabileceğini gösteriyor. İzleyicilerin olumlu tepkisi, improvize anların bile dinleyicileri derinden etkileyebileceğinin bir kanıtı. Bu gibi anlar, müziği hayatımın işi olarak seçmemin nedenini bana bir kez daha hatırlatıyor..
Farklı türlerdeki eserlerini yaratırken ilham kaynakların ve sistemin ne oluyor?
İlham kaynaklarım, çoğunlukla yaşanmışlıklar, adanmışlık, kültürel hikâyeler ve hayatta karşılaştığım duygu durumlarından geliyor. Kimi zaman klasik müzik teorisinin zengin yapısından, kimi zaman ise geleneksel Türk müziğinin derin köklerinden ideler alıyorum. Caz müziği de yaratım sürecimde özgürce denemeler yapmamı, farklı tınılar ve zengin armonik konseptler arasında geçiş yapabilmemi sağlıyor.
Bir beste üzerinde çalışırken genellikle ilk adım, zihnimde bir konsept oluşturmak ve bu konsepti müzikal olarak ifade edebileceğim bir form ve yapı geliştirmektir. İlk ilham kaynağımı bulduktan sonra, eserin temel motiflerini ve ana hatlarını oluşturarak detaylandırma sürecine geçiyorum. Orkestrasyon, müzikal uyum, ritmik ve tematik bütünlük benim için çok önemlidir, bu yüzden eserin anlatmak istediği (eğer proje bunu gerektiriyorsa) hikâyeyi yansıtan leitmotifler, notalar ve dokular seçmeye özen gösteririm. Ancak teorik olarak aslında müziğin bir şey anlatmadığını düşünecek olursak, kendi yaptığım eserlerde teknik yapılara, özgünlüğe, kompleksite ve yaratıcılığa daha odaklı bir biçimde beste yaparım.
Bir müzisyen olarak en zorlandığın an veya süreç ne oldu ve bu süreçten nasıl güçlenerek çıktın?
En zorlandığım anlardan biri, New England Konservatuvarı’nda tam zamanlı yüksek lisans öğrencisiyken, Berklee’de 38 saat korepetitörlük yaparken, yoğun eser, düzenleme projeleriyle eş zamanlı olarak turne yapma zorluğuyla karşı karşıya kalmaktı. Öncesinde de Berklee’de Artist Diploma eğitimimi 2.5 yıl gibi bir sürede tamamlamak için büyük bir özveri ve disiplin gerektiren yoğun bir tempoda çalıştım. Bu süreç bana mental dayanıklılığı ve her yeni engelin bir fırsat doğurabileceğini öğretti. Kendi limitlerimi öğrenmem açısından bana çok faydası oldu.
Çeşitli ödüllere layık görüldüğün projelerinde, seni en çok gururlandıran çalışma hangisi oldu?
Beni en çok gururlandıran projelerden biri, Cumhuriyet’in 100. yılına özel bir hediye olarak bestelediğim “Yüz Yılın Yıldızı” adlı marş oldu. Türkiye’nin dört bir yanında seslendirilmesi benim için büyük bir onurdu. Ayrıca, Boston International Music Competition’da müdür yardımcısı ve jüri başkanı ve olarak yer almak ve böylesine geniş bir yarışmada etkileşimde bulunmak da gurur vericiydi. Bu yıl layık görüldüğüm 26. Afife Jale Tiyatro Müziği ödülü de benim için ayrı bir süpriz oldu. SCAMV Ulusal Beste Yarışması ve Ezcacıbaşı Beste Yarışmasından aldığım ödüllerin de bende farklı bir yeri var.
Müzik alanında aldığım ödüller, yaptığım işin başkaları tarafından değerli bulunduğunu görmek açısından gurur verici. Ancak benim için esas önemli olan, bu ödüllerin bir sonraki projeye ilham vermesi ve motivasyonumu artırmasıdır. Ödüller, geçmiş başarıları simgelese de, ileride yapacaklarım için bir yol haritası olarak da değerlendiriyorum
Teknolojinin müzik üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsun?
Teknolojinin müzik üzerindeki etkisinin, sanatsal yaratıcılığımızı ve üretimimizi hızlandırdığını düşünüyorum. Müzik kompozisyon/prodüksiyonundan performans sanatlarına, teknolojinin sağladığı imkanlarla sınırları zorlama fırsatımız var. Gelişen teknoloji bize kıtalararası projeler yapabilmemiz için şans verirken, online çalıştay ve dersler verebilmek gibi sayısız imkanlar da sağlamış durumda. Dijital platformlar sayesinde dünyanın dört bir yanındaki dinleyicilere anında ulaşabilmek, daha önce mümkün olmayan bir etkileşim düzeyini mümkün kılıyor. Aynı zamanda deneysel müzik, mikrotonal müzik ve elektronik deneyimler, müzik alanında cesur keşifler yapmamızı sağlıyor.
Peki, yapay zekâ?
AI (yapay zekâ) ile yapılan müzikler bazı besteciler için kolaylık şağlarken, bunu çok tehlikeli bir çağın başlangıcı olarak görüyorum. Yapay zekâ hiç bir zaman bir besteci gibi müzik yazamaz ancak şu ana kadar yapılan her müziğin bir taklidini yapar. Bu teknolojinin yakın zamanda 4 milyon kat daha hızlı gelişeceğini varsayarsak, yapılan bir araştırmaya göre algoritmik açıdan müzikteki her notanın ardından gelen 17.4 trilyon olasılığın hepsini hesaplaması da teorik ve matematiksel olarak mümkün görülmektedir. Ancak bir besteci olarak benim inancım, müzik yazıldığı ve improvize edildiği sürece sonsuzluğu temsil eder. Yapay Zekâ ise promt (komut) verildiği sürece matematiksel açıdan sonsuzdur ancak kesinlikle özgün değildir.
Berklee College of Music'te öğretim üyeliği yapmak sana ne tür fırsatlar sunuyor?
Bu yıl Berklee College of Music’te Doçent olarak 12. yılıma girdim. Bu kurumda öğretim üyeliği yapmak, hem yenilikçi projelerde yer almamı sağlıyor hem de genç müzisyenlerin potansiyellerini ortaya çıkarmalarına yardımcı olma şansı veriyor. Farklı kütürlerden öğrencilerle çalışmak, bana yeni perspektifler kazandırırken, onların başarılarına katkı sağlamak da büyük bir gurur veriyor.
Ayrıca, Berklee'nin küresel müzik topluluklarıyla olan bağlantısı sayesinde farklı kültürlerden müzisyenlerle sürekli etkileşim halindeyim. Ben, hocaların bile yaşadığı her andan öğrenerek kendini geliştirdiğine inanırım. Bir eğitimci olmak, yeni bilgilere, öğretilere ve ekollere de açık olmayı gerektirir. Eğer farkındalığınız yüksekse, kötü bir deneyim ya da kötü bir dersten bile çok büyük öğretiler çıkartabilirsiniz, hatta bu öğreti sizin için iyi bir dersten bile daha etkili olabilir. Pedagojik olarak jenerasyonel farklara ve gelişen teknolojik gelişmelere ayak uydurmak da bunun bir parçası.
Ayrıca, ATF - Amerikan Eğitmenler Sendikası’nda Berklee Performans Sanatları Temsilcisi olarak, çalışanların emeklilik, sağlık, ulaşım, harcama ve vergi gibi konularda nasıl faydalar sağlayacağını gösteriyorum. Pek çok insanın yaşları ne kadar ilerlemiş olsa bile bu konular hem sıkıcı olduğu için hem de bir eğitim platformu olmadığı için ne kadar geride kaldığını gözlemledim. Aynı zamanda yeni sınav ve müfredat komitelerinde ve Berklee’deki eğitmenlere mentorluk yapan üst düzey konumlarda da yer almaktayım.
ÇEV Sanat’ın “Dünya Barışı” için 13 Ocak 2025’te düzenlediği özel konser için neler düşünüyorsun? Konserde eserinin prömiyeri de yapılacak; bu eserden ve yaratım sürecinden biraz bahseder misin?
Bu özel proje için Maestro İbrahim Yazıcı ve değerli Berrin Yoleri ile iletişim kurarak yaylı sazlar ve çellist Pablo Ferrandez’in genç yetenekler ile birlikte seslendireceği yeni bir eser yazmaktayım. Ne yazık ki İsrail-Filistin ve Ukranya-Rusya arasındaki savaşlar devam etmektedir. “Dünya Barışı” temasını işlerken, eserin farklı kültürleri, duyguları ve insanlık tarihindeki barışa dair umutları bir araya getirmesini amaçladım. Çalışma sürecimde müziğin birleştirici gücünü hissettirmek ve evrensel barış mesajını yaymak için farklı melodik ve armonik yapıların yanı sıra, yaylı sazların tınılarını ve çello, keman ve piyano solistleriyle renklendirmeyi hedefledim. Eserin, ÇEV Sanat’ın genç sanatçıları ve dünyaca ünlü çellist Pablo Ferrandez’in yer aldığı bu özel konserde Zorlu PSM’de seslendirilmesi benim için büyük bir heyecan kaynağı. Geçtiğimiz yıl da Maxim Vengerov’un yer aldığı bir konserde ‘Umut Işığı’ adlı eserimin prömiyeri gerçekleşmişti.
ŞEFİK KAHRAMANKAPTAN
Bu yazı Konser Arkası dijital dergisinin Ocak 2025 sayısında yayımlanmıştır.