Yoksa Martha Argerich haksız mıydı? Bu soruyu soruşumun nedeni 27 yıl öncesine dayanıyor. 1980'de katıldığı Chopin Piyano Yarışması'nda jüri 3. turda Ivo Pogolerich'i eleyince, piyano âleminin dev ismi Martha Argerich “Bu dâhi nasıl elenir?” diye isyân edip jüriden istifa etmişti. Bu skandalla birlikte, Pogolerich “kazanamadığı yarışmayla” birden ünlü oluvermiş, büyük orkestraların ve konser salonlarının kapıları ardına kadar açılırken, Pogolerich kendisini Deutsche Gramafon sanatçısı olarak buluvermişti.
Bilkent Senfoni Orkestrası, Pogolerich'i 18 Şubat 2017 akşamı ağırlayacağı konseri “Efsane Bilkent'te” diye duyurdu. Pogolerich'in Robert Schumann'ın o güzelim konçertosunu paldır küldür çalışını dinlerken yazının başındaki soru usuma düşüverdi. Yoksa Martha Argerich haksız mıydı? Belki 27 sene önce haklıydı ama şimdi dinleseydi acaba ne derdi?
Konserin başlığı herhalde “Eski efsane” olmalıydı. Çünkü Pogolerich'in efsanelik bir tarafının kalmadığını gördük.
Nedir Pogolerich'in dramı? Aslında bir filme senaryo olacak, yaşanmış ve yaşanmaya devam eden bir dram bu. Ivo Pogolerich'in (d. 1958) henüz 17 yaşındayken Moskova Çayvoski Konservatuvarı'nda kendinden 21 yaş büyük hocası Aliza Kezeradze'ye (1937–1996) aşık olmasıyla başlıyor. Bu aşk kimbilir hangi dürtülerle karşılık buluyor ve Gürcü hoca, çocuğunun babasından boşanıp Ivo ile evleniyor!
Ivo, annesi Sırp, babası Hırvat, Belgrad'da doğmuş olmasına karşın, vatandaşlık aidiyeti olarak annesini değil, babasını tercih etmiş ve Hırvatistan vatandaşı olmuş bir sanatçı. Acaba annesinin uzaklığı vs gibi nedenlerle, hocasını annesi yerine mi koydu? Bunu ancak onun psikiyatristleri cevaplandırabilir.
Pogolerich'in dramının en vurucu noktası ise 1966'da hocası-eşi Aliza Kezeradze'nin, 16 yıllık evlilikten sonra, karaciğer kanserinden ölümü... Evlilik yıllarındaki yükselişi, “efsane” haline gelişi yerini birden büyük bir duraksamaya bırakıyor. Çalmaya ara veriyor, bir yığın ruhsal-fiziksel sorunla boğuşuyor. Babasının da ölümü üzerine bir müddet hastanede yatıyor.
Yıllar sonra , 2003'de yeniden sahnelere dönüş ve unutulmamış, en azından kayıtlarda yaşayan adının arkasına sığınış. Toplumsal projelerle adından söz ettiriş. Ama bir yandan da sergilenen “hüzünlü bir ego”...
Sahneye sallana sallana, ağır bir yürüyüşle girip çıkışı, seyirciye selamında saygıda kusur etmemesine karşın sahneden ayrılırken başkemancının elini bile sıkmaması. Dinleyicinin ısrarlı alkışlarına karşılık bis yapmaması...
Bir anda, geçtiğimiz yıl Ankara Piyano Festivali çerçevesinde verdiği resitalı anımsıyorum. Notalarını Rusça bilen okuldaşı, bizim genç piyanist Cem Babacan çevirmişti. Çaldığı notayı yere atıyordu Pogolerich!
Bu kez bir büyük soliste yakışır biçimde Schuman konçertoyu bellekten çalmasını bekliyorduk ama elinde nota kitapçığıyla sahneye çıktı, bu kez yanına oturup çeviren Bilkent MSSF lisans öğrencisi Aksel Başaran'dı. Acaba, konçertoyu yeni mi hazırlıyordu? Çıkacağı ve Schumann çalacağı yeni bir turneyi Bilkent'ten mi başlatmıştı?
Fotoğraf: Aydın Ramazanoğlu
Dinleyici salona girmeye başladığında kafasında mavi bere, beline battaniye sarılı vaziyette sahnede kendi kendine prova yapıyordu! Sonra gene umursamaz tavrıyla çıkıp giyinmeye gitti.
Konçertoyu çok forte seslendirdi. Schumann'ın özellikle ikinci bölümü romantik duygularla yüklü eseri böyle mi çalınmalıydı? Buna “sanatçının yorumu böyle” denilip geçilebilir miydi? Müzikalite beklentimizi nereye koyacaktık?
Dinleyici alkışlasa da, demek ki Ivo'nun dramı devam ediyordu. Hüzün verici bir durum. 20 Şubat'ta da İstanbul Zorlu'da resital verecek. Daha iyi olacağını sanırım, çünkü geçmişte de hep sonat ve diğer biçimlerdeki piyano parçalarında çok başarılıydı, özellikle de Chopin ve Mozart'ta...
Konserin ikinci yarısında kaliteli şef Avi Ostrowski yönetimindeki orkestradan Johannes Brahms'ın 4. Senfoni'sini dinledik. Ostrowoski, piyaniste nazire yaparcasına koca senfoniyi bellekten, tüm nüansları ortaya çıkartarak yönetti. Ama Bilkent Salonu'ndan çıkarken müzikseverler hâla Pogolerich'in durumunu konuşuyorlardı. Hani bir galat deyiş vardır ya: “Reklamın iyisi, kötüsü olmaz” diye...
Şefik Kahramankaptan
18 Şubat 2017