Bazen bir konserde üzerine yazacak, bilgi verecek çok sayıda müzik insanı olabiliyor.
13 Aralık 2014 akşamı Bilkent Senfoni Orkestrası’nın konseri de böyleydi. Pek çok "ilk" de vardı bu konserde.. En iyisi sırasıyla gitmek…
GÖLGENİN DÜŞLERİ
Mahir Cetiz (d.1977), Ankara Devlet Konservatuvarının viyolonsel ve kompozisyon bölümlerinden mezun olmuş ancak çalgı konusundaki kendisini piyanist olarak göstermiş, bestecilik alanında ise kendisini master ve doktora derecelerini aldığı ABD’nde ve Avrupa’da kabul ettirmiş, yarışmalar kazanmış, siparişler alan bir müzik insanımız. Bilkent MSSF’nde bir dönem Teori ve Kompozisyon dalında öğretmenlik de yapan Cetiz, şimdi ise Colombia Üniversitesi’nde.
Besteci olarak kendine özgü çağdaş bir anlatım tekniği geliştirdi. İster solo, ister topluluk, ister büyük orkestra için olsun, her eserinin ardında felsefi bir derinlik, tartışılacak bir soru işareti bulmak mümkündür.
Cetiz’in orkestra için son yapıtı "Dreams of Shadow / Gölgenin Düşleri" başlığını taşıyordu, Brandenburg Kent Orkestrası ile kökü 17. yüzylıla kadar giden İsviçre’nin Almanca konuşulan kesiminde Musikkollegium Winterthur tarafından sipariş edilmiş, 2011 yılında da dünya prömiyeri yapılmıştı. Türkiye prömiyeri ise Stefan Sanderling yönetiminde BSO tarafından yapılıyordu.
Mahir’in ruh dünyasında ve araştırma alanında "gece"nin önemli bir yeri vardır. Geçmişteki yapıtlarından "Gece Güneşi" ve "Gece Yürüyüşcüsü"nde bu durumu "adı üstünde" diye nitelendirebiliriz. Bu kez Mahir, "gece"nin önemli bir parçası sayılabilecek "rüya"lardan yola çıkarak "Gölgenin Düşleri"ni yazmıştı.
İçinde bir yaylı kuartetin, üflemelilerin rol aldığı değişik ikili ve üçlülerin bulunduğu, vurmalı çalgıların parlak tınılılarının yer yer gölgeyi neşeyle aydınlattığı tek bölümlük eser başarıyla icra edildi. Bestecinin eserle ilgili açıklamalarını okuyanlar, inanıyorum ki bu çağcıl eserden keyif aldılar. Carl Gustav Jung’un "analitik psikoloji" öğretisinde "gölge"ye atfedilen anlamlar bestecinin hareket noktasıydı. Herkes çoğu şaşırtıcı olan rüyalarından anımsayabildiklerini düşünürse, içinde karabasandan olağanüstü mutluluğa kadar geniş yelpazede anımsayabildiklerini bu müzikte de saptayabilir.
Hâtta, bu eserin adı, "Düşlerin Gölgesi" de olabilirdi diye düşünmekten kendimi alamadım. Cetiz’i verimini ve özdağarını tutarlı biçimde geliştirmekte olmasından ötürü yürekten kutluyorum.
PAGANİNİ’NİN RUHUNU TAŞIYAN KEMANCI: A. MARKOV
Alexander Markov, (d. 1963, Moskova) Türkiye’de klasik müzik dinleyicisinin iyi tanıdığı bir kemancıdır. Sadece Bilkent’i izleyenler ise , gerek teknik üstünlüğü, gerekse eserlerin özüne inen duygusal yorumu ve dolgun tonlarıyla günümüzde dünyanın sayılı kemancılarından biri olan Markov’u ilk kez tanıdılar.
Amerika'ya yerleşmiş Rus Yahudisi Markov ailesinin reisi, baba Albert Markov, yıllar önce Ulvi Cemal Erkin'in Keman Konçertosu'nu Moskova'da seslendirmiş ve bu kayıt Ruslar tarafından LP olarak da yayımlanmıştı. Oğul Alexander Markov ise, Türkiye'yi çok seviyor ve Avrupa ülkelerinde aldığı kaşenin altında kaşelerle gelip tüm devlet orkestralarıyla çalıyor. A. Markov gide-gele Türkiye sevgisini o kadar ilerletti ki, kırık-dökük Türkçe konuşmaya başladı ve kendisine bir Bursa konseri sırasında yakıştırılan“Necati” adını benimsedi.
Markov bir Paganini ustası, şu anda Paganini’nin ünlü 24 kaprisini en iyi seslendiren icracı olarak nitelendiriliyor. Paganini’yi döneminde "şeytan kemancı" adını yakıştıranlar O’nu bugün dönem giysileri içinde görseler, uzun saçları, jestleriyle "hık demiş, burnundan düşmüş" diyebilirlerdi.
GİYSİLERİNDE TARİHİ YAŞATIYOR…
Markov’un sahne görünüşü açısından özenle üstünde durduğu, giyimidir. Barok ya da klasik dönemden bir eser çalıyorsa, tıpkı geçen yıl CSO’da Paganini birinci konçertoyu çalarken yaptığı gibi, yakası kolları fırfırlı bir gömlek üzerine, çok düğmeli uzun ceketle görebilirsiniz. Nitekim Bilkent konserinde geçen yılki eflatun kadifeden dönem giysisini tercih etmişti. Markov’un bazı Rus konçertolarını seslendirirken, kenarları kırmızı biyeli lacivert, eski Rus modasını yansıtan kıyafetle, "rock konçerto"larında ise daracık siyah deri giysilerle sahneye çıktığına da tanıklık ettmiştim.
BSO eşliğinde Markov, son bölümü nedeniyle "La Campanella / Küçük Çanlar" diye adlandırılan Paganini’nin Si minör ikinci konçertosunu icra etti. Dönemdaşı F. Liszt’in de üzerine çeşitlemeler yaparak piyanoya taşıdığı "La Campanella"da Markov, günümüz standart keman çalgısının sınırlarını zorlayan Paganini virtüozitesini tüm ustalığıyla sergiledi.
Kemanla zilin karşılıklı söyleştiği bölümde, bu söyleşiyi jestleriyle pekiştirerek, dinleyiciye görsel vurgu da yaptı. Virtüozitesini besleyen teknik üstünlüğü ve müzikalitesiyle orkestranın yaylı gruplarında ve dinleyicide büyük hayranlık uyandırdığını, orkestra üyelerinin bakışlarından, dinleyicinin ise coşkulu alkışından anlamak mümkündü.
ÖNCE ROCK, SONRA KAPRİS
Acaba "bis" yapacak mıydı? Konserin daha başında şef kürsüsüsünün hemen yanında yerleştirilmiş hoparlör ve pedallı kumandalarını görünce, yapacağını ve çalacağı eseri tahmin etmiştim. Nitekim Markov, elinde kendisi için özel olarak James V. Reminton tarafından tasarımlanmış, patentli elektrikli kemanıyla sahneye döndü. Ama o da ne?
Bu keman herhalde yeniydi. Siyah ve beyaz olanları biliyordum ama bu kez elindeki elektrikli keman altın rengindeydi! Siyahın adı "kara şeytan"dı, acaba buna ne ad takmıştı?
ARŞE Mİ, IŞIN KILICI MI?
Bu hazırlanmış bir "bis" idi. Markov kendi bestesi olan "Rock Konçerto"dan, orkestra eşlikli belli bölümleri çaldı. Sonunda, ışıkların sönmesiyle eşzamanlı olarak Markov’un elinde adeta filmlerdeki "ışın kılıcı"nı andıran kıpkırmızı bir arşe belirdi! Gösteri güzeldi. Doğrusu, o güzelim La Campanella’dan sonra iyi gittiğini söyleyemem ama salon ayaktaydı. Balkonun ön sırasında oturan bir kişi de "Yuh" diye bağırdı ama onca alkışın arasında duyulmadı. Bu yoğun alkışa karşın Markov bu kez elinde akustik kemanıyla sahneye döndü ve en iyi çaldığı parçalardan, Paganini 24 kapristen birini seslendirerek, özüne uygun bir kapanış yaptı. Bilkent dinleyicisi Markov’u çok sevdi. Önümüzdeki yıllarda da, Markov’un Türkiye turnelerindeki duraklarına Bilkent de eklenirse hiç şaşırmayacağım.
Markov'dan yıllar önce bir ricada bulunmuştum. Babasının seslendirdiği Erkin Konçerto'yu da repertuarına alarak dünya sahnelerinde seslendirmeliydi. Ne yazık ki bu dileğim uzun zaman geçmesine karşın, yaşama geçebilmiş değil. Sanırım Markov, Çaykovski, Paganini, Haçaturyan ve öteki konçertolardan kafasını pek kaldıramıyor.
Bunu Bilkent bir proje olarak sunarsa belki olur. Çünkü Bilkent’in "Türk eserlerini yabancı parlak solistlere seslendirtme" projesinde daha önce olumlu sonuçlar alınmıştı.
ARMUT DİBİNE DÜŞMÜŞ…
Hani Anadolu’da bir sözümüz vardır, "Armut dibine düşer" diye… Bu konserde orkestrayı yöneten Stefan Sanderling (d.1964) için bu sözü yakıştırabiliriz. Çünkü o, efsanevî şeflerden, Nazi baskısı nedeniyle Almanya’dan kaçıp Sovyetler birliği’ne giderek orada çalışan, sonra Doğu Almanya’ya dönen, bu nedenlerle Batı Avrupa’ya açılışı bir hayli geç olan Kurt Sanderling’in (1912-2011) oğlu…
Stefan Sanderling, 50 yaşına pek çok albüm kaydı sığdırmış, Avrupa ve Amerika’da aranan bir şef. Baget kullanmıyor ve orkestrayı sadece el, hareket ve mimikleriyle yönetiyor. Babasının da uzmanı olduğu Jean Sibelius’un (1865-1957), romantik duygularla kahramanlık temalarını kaynaştırdığı 1. Senfonisini yönetirken, orkestradan çok iyi bir sonuç elde etti. Bunda üflemeli çalgı gruplarının iyi etkinliğinin önemli payı vardı. Senfoninin girişindeki o hüzünlü klarnet soloyu mükemmel üfleyen Nusret İspir ve birinci flütteki Albena Sezer’in kusursuz tınıları, iyi sonucun habercileri gibiydi.
Sanderling yönetimindeki 1. Senfone 2015’de doğumunun 150. yılı nedeniyle Sibelius Yılı’nın da açılışı gibi oldu. Sanırım müzikseverler 2015 boyunca çeşitli orkestralardan Finlandiya’nın ulusal kahramanlarından biri sayılan Sibelius’un değişik eserlerini dinleme olanağı bulacaklar.
Fotoğraflar: Şefik Kahramankaptan