“Küçük Prens” betimlemesini yıllar önce, bugünün seçkin piyanisti ve öğretmeni Emre Şen için yapmıştım. Şimdilerde bu betimleme piyanist Can Çakmur için kullanılıyor. Üstelik Emre, ODTÜ Koleji'ni bitirdikten sonra öğrenimini Weimar'daki Müzik Akademisi'nde sürdürmeye başlayan Can'ın Türkiye'deki hocalarından biri.
Can Çakmur 30 Kasım akşamı Pembe Köşk'te bir resital verdi. Ama hangi Pembe Köşk'te?
Pembe Köşk denilince akla hemen Ankara Çankaya'daki İsmet İnönü'nün kalıtı müze-bina gelir. Meğer İzmir'in Buca'sında da bir Pembe Köşk varmış. O bina da levantenlerden Hacı Farkoh Efendi'nin konağıymış vaktiyle. Şimdi bu tarihî bina Buca Belediye Başkanı Levent Piriştina'nın gayretiyle aslına uygun biçimde restore edilip Buca Kültür Sanat Merkezi olarak halka kapılarını açmış durumda.
40 KÜSUR YIL ÖNCESİ
Şimdi size biraz karmaşık bir öyküyü anlatmanın tam zamanı:
1970'lerin başında Yankı Dergisi'nde genç bir gazeteci olarak çalıştığım dönemde, bazı gazetelerde Buca Belediye Başkanı genç Yüksel Çakmur'un icraatlarına ilişkin tek sütunluk küçük haberler görüyor, ilginç bulduğum için kesip saklıyordum. Bunlar tam o dönemin “Halkçı Ecevit”inin hedeflerine uygun, halkın yaşamını kolaylaştıracak icraatlardı. Özellikle de taşıma alanında halkı çok memnun eden adımlar atmış, Buca ile İzmir arasındaki ulaşımı rahatlatmaya çalışmıştı.
O dönemde şimdiki gibi Büyükşehir sistemi yoktu. Buca da bağımsız bir belediyeydi. Kesip sakladığım küpurlar biraz artınca belediye başkanıyla temas kurmaya karar verdim. Telefonlar yazdırmalıydı, PTT'ye yazdırıp beklemeye başladım. Basın önceliği sayesinde bir saat kadar sonra bağlandığında, karşımda heyecanlı, çoşkulu bir ses buldum. Kısa bir telefon söyleşisi yaptım ve Buca'daki “halkçı belediye”ye ilişkin haber Yankı'da, Mehmet Ali Kışlalı'nın isteğiyle kapaktan anonslu olarak yayımlandı.
Dergi pazartesi günleri çıkıyordu, akşama doğru bu kez kendisi arıyor, “Sonunda sesimizi Ankara'ya da duyurduk. Yüzyüze tanışmadık ama çok teşekkürler” diyordu. Meğer makam odası, o dönemde Belediye Binası olarak kullanılan Hacı Farkoh Efendi'nin Pembe Köşkü'nde değil miymiş!
Sonraki yıllarda, bakan oldu, İzmir Belediye Başkanı oldu, o telefonda başlayan iyi niyetli dostluğumuz hep devam etti.
SEVDALI BİR ÇOCUK
Yıllar sonra, genç müzisyenlere, bilgim dahilinde yol göstererek verdiğim destek nedeniyle bir çocuk piyanistin ailesi temas kurdu. 12 yaşlarındaki bu piyano sevdalısı çocuğu ilk kez Andante Dergisi'nin Ankara'daki gecesinde, “mekâna girer girmez köşedeki piyanoyu görünce koşarak başına oturup bir Rahmaninov parçası patlatan meraklı” olarak uzaktan görmüştüm. Anne ve babasından gerekli bilgileri aldıktan sonra, bazı önerilerde bulundum. Soyadı benzerliği hemen dikkatimi çekmişti ama pek ihtimal vermemiştim.
Can Çakmur'u izlemeye, gelişimini görmeye başladım. Konserleri oldukça gidiyor ve yazıyordum da... Birgün, artık otomatikleşmiş ve cebe indirgenmiş telefonda karşımda eski dost Yüksel Çakmur'u buldum. O coşkulu sesiyle “Şefikciğim, sana sonsuz teşekkürler! Bizim torunu izliyorsun, özendiriyorsun, destekliyorsun” deyince bende jeton düştü! Demek ki bizim yeni “Küçük Prens” Yüksel Çakmur'un torunuydu!
PEMBE KÖŞK'TE PARLAYAN YILDIZLAR DİZİSİ
Geçen hafta ise bu kez telefonda İzmir'den Şeniz Duru vardı. Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nın Müdürü olan piyanist Şeniz Duru, Buca Belediyesi'nin de Sanat Danışmanlığı'nı üstlenmişti. Pembe Köşk'teki etkinliklerde “Parlayan Yıldızlar Konser Dizisi” yapmayı kararlaştırmış, ilk yıldız olarak da artık 18 yaşında olan Can Çakmur'u seçmişti. Konsere davet ediyordu. Can, 22 Aralık'ta da Ankara'da Erimtan Müzesi'nde çalacaktı ama, bunca rastlantı ve eski hukuk nedeniyle gitmemek olmayacaktı.
Buca Pembe Köşk'ten içeri girdiğimde yukardan Can'ın provasının sesi konağa yayılıyordu. Boya ve cila kokusu tazeydi. Restorasyon henüz tamamlanmıştı belli ki, ama kalan eksikleri zaman içinde tamamlama gayretindeki Levent Piriştina, bahçeden başlayarak etkinliklere girişilmesini istemişti.
Salonlarda, Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin bölüm bölüm sergisi yer alıyordu.
Yüksel Çakmur'la alt katta karşılaşıp kucaklaştık. Köşede, öğrenci heykellerinin bulunduğu odaya götürüp “ İşte beni telefonla ilk aradığında makam odam burasıydı, masam şurada duruyordu” diye gösterdi. Aradan 40 küsur yıl geçmişti, o anılarını tazeliyor, ben de bu eski konağın Avrupa'daki pek çok benzeri gibi nasıl bir kültür-sanat merkezine dönüştüğünü inceliyordum.
Resital vakti yaklaştıkça kalabalıklaştı bina. Alt kata da bir sinevizyon perdesi kurulmuştu, resital buraya da yansıtılacak, böylece daha çok kişinin izlemesi sağlanacaktı.
TORUN-DEDE AYNI SAHNEDE
Resitalin verileceği salon ince-uzundu, üst başına küçük bir yükseltiyle sahne yapılmış, 149 santimlik bir Yamaha piyano yerleştirilmişti. Çınlamayı önleyeceğine inandığım kadife perdeler daha takılmamış, ısmarlanan dinleyici koltukları da henüz gelmemişti. Binanın statik durumu henüz netleşmediği için, tedbir olarak salona sadece 45 sandalye yerleştirilmişti. Ama sadece bu salonda 70 civarı kişi, bir kısmı ayakta yer aldı, aşağıdaki sinevizyondan da yığınla genç izledi konseri.
Bir Mozart Sonat, iki Chopin, bir Liszt parçasıyla, ilk kez seslendirmekte olduğu Schuman'ın Kreisleriana'sından oluşan programını Can, sürekli dolaşıp tarihî döşemeyi gıcırdatan, sahneye çıkıp burnunun dibinden bile, deklanşör sesi çıkaran profesyonel makinasıyla çalışan fotoğrafçının konsantrasyon dağıtıcı bu edimine rağmen, başarıyla tamamladı.
Babası rahmetli Ahmet Piriştina'yla Ankara'ya geldikçe Hürriyet'in üst katında akşamüstü sohbetleri yaptığımız Levent Piriştina alçakgönüllü bir insan. Dede Çakmur üçüncü sırada oturduğu için, “Ben büyük Başkanın önüne oturmam” deyip, o da üçüncü sıraya oturdu. Resital sonunda davet edilince, kalktı çiçeği Can'a sunduktan sonra Yüksel Çakmur'u da davet etti sahneye. Acar fotoğrafçı da tam ortaya durup istediği fotoğrafları çekti!
Dede Çakmur orada duygulu bir konuşma yaptı. Sanata ve sanatçıya karşı hareketleri, anlayışı kınadı. Örnek olarak Fransa'nın eski kurtarıcısı ve liderlerinden General Charles de Gaulle'ün, kendisine şikayet edilen filozof Jean Paul Sartre için “Bırakın onunla uğraşmayı.. O Fransa'nın ta kendisidir” dediğini hatırlattı. Tüm konuklar, dinleyiciler Küçük Prens'i dinlemenin ve görmenin mutluluğu içinde ayrıldı Pembe Köşk'ten...
Buca'nın bu yeni sanat merkezine müzikten plastik sanatlara tüm etkinliklerinde başarılar, topluma olumlu katkılar diliyorum.