Bir klasik müzik festivali “eğlence” için mi düzenlenir? Ya da tüm orkestraların her yıl çaldıkları klasik repertuarların parlak eserlerinden program yapmak zorunda mıdır? Yoksa bazı görevleri de var mıdır, olmalı mıdır?
Tabii ki, görevleri vardır. Bunlar arasında parlamakta olan genç icracılara sahne olanağı yaratmak ve Türk bestecilerinin yeni eserlerinin seslendirilmesini sağlamak başta gelen görevdir.
Bazı dinleyicilerin “Neden yabancı büyük orkestra yok?” diye sormalarına şaşırıyorum. Yok, çünkü günümüzün “mâlum” ortamında Uluslararası Ankara Müzik Festivali'ne yeterli devlet desteği yok! Özel sermaye de İstanbul'da birikmiş durumda, onların büyük çoğunluğu da “kendi” kentlerindeki etkinliklere öncelikle destek veriyorlar. Birkaç istisna çıksa da, kaide bozulmuyor!
SCAMV tarafından düzenlenen Uluslararası Ankara Müzik Festivali “görev anlayışı”nı sergileyen konserlere programında yer veriyor. 13 Nisan akşamı dinlediğimiz, ama dinleyicinin üzerine düşen bilet alıp salonu doldurmak, yeni bestelenmiş eserleri merak etmek görevini yeterince yerine getirmediği Orkestra Ankara'nın konseri, bu anlayışa güzel bir örnekti. Çünkü iki Türk bestecisinden bir Türkiye, bir Dünya prömiyeri, bir İsviçreli besteciden de Türkiye prömiyeri programda yer alıyordu.
Orkestra Ankara, çoğunluğu yıllardır birlikte çalan Ankara Devlet Opera ve Balesi başkemancı ve grup şeflerinin, özenli birkaç takviyeyle oluşturdukları bir orkestra. Çalalım, sahneye çıkalım da ne olursa olsun demeyen, kendilerine genç Türk bestecilerinden yeni bir repertuar oluşturmaya, klasik repertuardan da özenli seçmeler yapmaya çalışan bir topluluk. Yaklaşık beş yıldır Türkiye'de çalışan İtalyan şef Alessandro Cedrone ile uyumlu bir çalışma gösteriyorlar.
Konserin giriş eseri, hâlen Amerika'nın Boston kentinde serbest besteci ve piyanist olarak çalışmakta olan, 2013'de SCAMV'nın 40. yılı için düzenlenen jüri başkanlığını Prof. İlhan Usmanbaş'ın (d.1921) yaptığı jürinin birinciliğe değer eser görmediği ulusal yarışmada ikinci gelen bestenin sahibi Utar D. Artun'un (d.1987) “Horon”uydu..
Şimdi bazılarının da çıkıp “Bıktık bu horondan. Saygun'da var, Erkin'de var, Muammer Sun'da var, İlhan Baran'da var, Fazıl Say'da var” dediğini duyar gibi oluyorum. Ama Utar'ın “Horon”u gerçekten farklı bir yaklaşımın ürünüydü. Çünkü “ters aksak” kullanmış, Türk müziğinin makamsal zenginliğinden esinli bazı yapay diziler üretmişti. Utar'ın “Horon”u bu açılardan farklı ve yeniydi, güzel de tınladı.
Konserin konçertosu, İsviçreli besteci Othmar Schoeck'in (1886-1957), entanosyan tutturmanın en zor olduğu çalgı sayılan korno için yazdığı konçertoydu. Yazılışından 65 yıl sonra Türkiye'de ilk kez, laf ola değil gerçekten “usta” kornocu Cem Akçora tarafından seslendirildi.
Konserin yapıldığı MEB Şura salonunda yıllar önce büyük çellistlerden Mischa Maisky'in seslendirdiği konçertodaki korno solo nedeniyle selam faslında arkaya gidip Cem'i elinden tutarak sahne önüne getirmesi, dinleyiciye özel olarak alkışlatması boşuna değildi. Cem Akçora üç bölümlük Schoeck konçertoda fevkalade yumuşak bir tını elde etti, hafif çalınması gereken bölümlerde müthiş bir duyarlılık sergiledi. Tüm bunları da, pis ses çıkarmadan tertemiz biçimde yaptı. Eserin ikinci bölümünde bestecinin iki viyola ile iki viyolonsel için yazdığı ve esere esrarengiz bir hava katan tremolalarda, viyolacılar Ercan ve Yasemin Gören'le, çellistler Demet Gökalp ile Gözde Yaşar uyumları ve yuvarlak tınılarıyla dikkati çektiler. Akçora'yı kutluyor ve Ankara Opera Orkestrası'nın böyle bir solo kornocuya sahip olduğu için şanslı olduğunu düşünüyorum.
Sırada bir “Dünya prömiyeri” vardı. Kompozisyon yüksek lisansını Memphis Üniversitesi'nde yapmış olan Armağan Durdağ (d.1981), Orkestra Ankara'nın yöneticisi ikinci keman grup şefi Emel Akçay'ın ricası üzerine yazdığı “Anne” başlıklı eserle tüm dinleyiciyi duygulandırdı.
Durdağ, eşi viyolonsel solisti Rahşan Apay'ın annesi Ender Hanım'ın hücrebozan hastalığı boyunca yaşanan sürecin yakın tanığıydı. Eşinin tüm üzüntüsüne, sıkıntılarına, çabalarına ortak olmuştu. Partitürün üzerine “ “Ender Apay'a, kızıyla aralarındaki manevi bağa, kaybedilen tüm annelere ve anneliğe ithaf” notunu düştü.
Seçilen konunun üzünçüne uygun ağır tempoda, dramatik vurguların yer yer minimalist tekrarlarla yapıldığı bir eser çıkmış ortaya. Besteci, annelik kavramı üzerinde gezinirken, “ninni”den ezgisel çağrışımlar yapmayı da ihmal etmemiş. Eserin hızlandığı bölümden annenin hastalığının ilerlediğini anlıyoruz. Ama en duygulu bölüm, anne hastalığa yenik düşüp yitirildiğinde, evde hocanın “salat-i ümmiye”yi okumasının, iki çello tarafından yansıtıldığı bölüm.
Seslendirmenin sonunda şef Cedrone partitürü havaya kaldırıp gözleriyle besteciyi aradı. Armağan'ın arkalardan gözyaşlarını silerek sahneye ilerlediğini gördüm. Bu seslendirme eşi Rahşan'a da bir sürpriz olmuştu çünkü ona hiç hissettirmeden “festival için bir eser yazıyorum” diyerek çalışmış, orkestradan da konuyu saklı tutmalarını rica etmişti. Konser sonrası kutlarken, Rahşan'ın da gözleri kıpkırmızıydı. Durdağ'ı hem aile ve anne kavramına gösterdiği duyarlılık, hem de seslendirilmesi dikkat isteyen güç bir eser olsa da, duygularını çağımızın müzik diliyle yansıttığı için kutluyorum. “Anne” başlıklı eseri tüm oda orkestralarımıza, nefeslilerin dinlendirildiği haftalar için senfoni orkestralarına öneriyorum.
Konserin son eseri, 1936'da ülkemize gelerek etnomüzikolojik araştırmalar yapmış olan Macar besteci Bela Bartok'un ölümünün 70. yılında kendisine gönderilen bir selam olarak seçilmiş Yaylı Çalgılar için Divertimento'suydu. Balkan ve Macar havaları, Deniz Aydın'ın üçüncü bölümdeki çiganvari keman solosu, Orkestra Ankara'nın genel olarak iyi etkinliğiyle bu “görev” konseri amacına ulaşarak noktalandı.
Fotoğraflar: Şefik KAHRAMANKAPTAN