Desen benim için en özet ve kaba tanımıyla ‘çizim’ demektir. ‘Çizgiresim’dir. Renk kaygısı yoktur. Bir şeyi betimlemek için yapılan çizimdir.
‘Desen resmin anasıdır, babasıdır’ vs. gibi söylemler vardır. Doğrudur da. Resim desendir kardeşim. Bugün birtakım yeniyetmeler tembelliklerinden yahut beceriksizliklerinden ‘yav desen olmadan da resim olur, n’olacak?’ derler. Derler…
Deseni olmayan ressamın resmi derhal sırıtır. Bir şeyi eksiktir. Güzel de görünse resim, yav bir şey var işte eksik yahu. Öff…
Tablolar yaparken bir taraftan da desen çalışmayı hiç ama hiç bırakmamak gerekiyor. Neden? Çünkü desendeki ilerlemeniz siz ayırdında olmasanız da resminizin gelişimine kesinlikle intikal edecektir (geçecektir).
Eski sözcükleri özellikle kullanıyorum çünkü yeni türkçeyle ifade edilemeyen kavramlar oluyor. Halkımız bunun öyle bir ayırdında ki, ‘sağlık ve sıhhatiniz iyidir inşallah beyefendi; ilgi ve alakanızı beklerim efendim’ diyor. Eski ve yeniyi birlikte kullanıyor.
Ayni kavramın, anlamın yinelenmesi gibi bir yanlışa düşüldüğünü mizahi (trajikomik) bir şekilde görüyoruz. Ama aslında öyle değil; halk her iki kelimeye (sözcüğe) bilerek veya bilmeyerek iki ayrı anlam yüklüyor. ‘İlgi’ sözcüğü mesela; bir şeyi merak ederek yaklaşımda bulunmak; ‘alaka’ ise o ilgi duyduğu şeyin üzerinde durarak bir şeyler yapmak… ‘Sağlık’ dan kasdettiği (amaçladığı) bir hastalığınız, şikayetiniz olup olmadığı; ‘sıhhat’ ise ‘afiyet ve esende olup olmadığınız’… .
Esastan ayrılmalı bir yazı olmaya başladı şimdi. Ama Osmanlıca öğrenmenin zorunlu bir hale getirilmesinin amaçlandığı bir ortama giriyoruz. Biraz yeri şöyle bir gelmişken değinmekte yarar var gibi.
Dil devrimimiz güzel tabii. Ben de ölümüne lehindeyim. Ama halkımızın kabul ederek kullandığı kelimelere de dokunmamak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü o sözcükler artık Türkçedir. Türkçenin zenginliğidir.
Halkın anlamadığı, bilmediği, kendini elit (seçkin) hissedenlerin kendilerini halktan ayırmak, üstün hissetmek için geliştirdikleri yapay bir dil olan ve sadece kendilerinin anladığı, yazdığı, konuştuğu Osmanlıcanın yerine dil devrimimizle yine halkın hatta aydınların çoğunun da vokabülerinin (kelime haznesinin) tamamını bilemediği yapay ve zorlama bir dil türeterek Osmanlıcayla ayni hataya düşüyoruz. Bu da bir elitizm tabii.
Yüzlercesinden bir örnek vereyim. Bu yazıyı şu an okumakta olan kaç kişi aşağıda sıralayacağım sözcüklerin arasındaki nüansın (minik farkları) hepsini bilebilir allahaşkına?
Yazı (yazılan bir makale vs.) ; yazım (imla); yazıt (kitabe; dedelerimizin mezar taşlarının üzerindeki yazılar); yazın (edebiyat) ; yazın (yaz mevsimi); yazgan (yazar, yazı yazan, yazı yazmayı seven), yazılım (software programı); yazık (tuh!); yazlık (yaz mevsiminde kullandığınız ev); yazı (kader); yazgı (kader); yazar (yazı yazan; kitap, gazete yazıları, makale vs yazan) ; yazman (katip, sekreter, konuşulanı yazıya döken); yazıcı (bilgisayarda sanal yazıyı kağıda geçiren cihaz); yazış (yazma şekli; Kadıköy ağzında; palavra); yazışma (karşılıklı yazı yazma); yazışım (karşılıklı yazışma biçemi); yazış (kopyesini çıkartmak); yazıntı (röportaj; söyleşi, söyleşilen kimse); yazma (elyazısı kitap); yazma (desenli, oyalı işlemeli başörtüsü); yazlak (kalem); yazlak (bağ vs kulübesi); yazlak (sulu otlak, göçerlerin yazın yerleştikleri serin alanlar) …
Türkçe öğrenmeye kalkan bir yabancı çıldırabilir yani.
Şimdi ‘yaz’ kökünden bunca türevler üretileceğine her biri için ayrı sözcük kullanılsa dilimiz daha zengin olmaz mı? Bu yukarıdaki örneklerin aralarındaki nüansları bırakın halkımızı bir yana kaç aydınımız biliyor; bilmek zorunda da değil kimse. Bir tek yazarlar biliyor; çünkü doğru yazmak zorundalar da ondan.
Ne var ki bir de bir sav (iddia, tez) var; deniyor ki ‘Türkçe lastikli bir dildir, nereye çekersen…’ Dolayısıyla bir sözcüğün hangi anlama geldiğini kafanı işleterek bulacaksın. Bu da alzheimer’a karşı bir önlemmiş! Çok çeşitli anlamları içeren tek bir kelimenin üzerinde kafa yorunca dil zengin hissedilecek. Ama bu negatif bir zenginlik.
Hazırlop sözcüklerin yerine kafayı kullanıp ilişkilendirmeler yaparak yürüyeceksin… Alzheimer da bir yerde ilişkilerin kopması sonucu ortaya çıkan bir durum. İlişkiler kopunca zaman ve mekan karışıyor tabii. Türkiye’deki alzheimerlı sayısı ile dünya ülkelerindekilerinin sayısı arasındaki farkı merak ediyorum. Ayrıcana… Yani bu tezin doğruluğunu ölçmek için.
En iyisi galiba Almanları örnek almak. Örneğin televizyona ‘fernsehen’ diyorlar. Yani ‘uzaktanseyir’. Sıfat ile nesne birleştirlip tek kelime yapılabiliyor. Örneğin, ‘kel oğlan’; kel sıfatı ile oğlanın kel olduğunu tanımlıyoruz; ‘keloğlan’ demekle de sıfat ile nesneyi birleştirip ayrı bir sözcük üretiyoruz. İkisinin anlamı bu operasyonla değişmiş oluyor. İşte bunun gibi….
Bizde de bu usulün güzel örnekleri var; buzdolabı, mesela. Frijder demiyoruz; buzdolabı diyoruz. Buz dolabı deseydik sadece buz saklanan dolap anlamına gelecekti.
Gardrop (kökeni fransızca : Garderobe; elbise koruyucusu); halkımız buna kardolap diyor. Belki de kardan buzdan tozdan koruyan anlamında. Ama bu sözcük biz aydın kısmına henüz ulaşmadı; ulaşacağını da sanmıyorum çünkü çok vülger (bayağı) buluyoruz. Kardolap deyince irkildiğinizi ben buradan hissediyorum. Ayni şekilde sanıyorum Osmanlı elitleri de Anadolu dili temiz Türkçe bir sözcük işitince ayni şekilde dudak büküyorlardı.
Merhum Başbakan Adnan Menderes eski dile en azından resmi yazışmalarda dönüş yapmak istemişti. Tutmadı tabii. Erkanı Harbiyeyi Umumiye Reisi (genel kurmay başkanı); yahut buyurun: Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti (sağlık ve sosyal yardım bakanlığı)… Halkın bir kere bunlara dili dönmedi hiçbir zaman. Çocukluğumda İstanbul’da darülbedayi (güzel sanatlar evi) vardı; tiyatro da oynanırdı. Halkımız daalibedayiii derdi; anlamını da bilmezdi.
Camsileceği, bilgisayar… Güzel ve basit buluşlar. İlle de sofistike olunması gerekmiyor.
Nihayet sadede (esas konuya) geleyim. Konumuz PEKER Sanat Galerisinde (hilal mah. alexander dubcek cad. 18/B 06550 yıldız çankaya ankara; 312 439 30 03; [email protected] www.pekersanat.com) ; DESEN sergisi ( 23 aralık 2014-15 ocak 2015).
Katılan sanatçılar: Zafer Gençaydın, Yalçın Gökçebağ, Hasan Pekmezci, Hayati Misman, Habip Aydoğdu, Ekrem Kadak, Hakan Esmer, Sertap Yeğin.
Eserlerin çoğu kağıt üzerine karışık teknik; pastel, füzen, mürekkep… de mevcut.
Desen sergilerine çoğu galeri rağbet etmiyor. Bunda desenlerin tablolardan çok daha az fiyatlı olması rol oynuyor. Galeri, masrafını dahi çıkartamıyor çünkü. Desen sergisi açan bir galeri ise sırf sanata hizmet için bu riski göze alıyor. Takdire şayan bir şey tabii. Kahramandır.
Merhum Hocamız Eşref Üren, hiçbir şey bulamazsanız elinizi model olarak kullanarak desen çizin, derdi. Desenin babası ise nü çizmektir. Özellikle kadın bedeni. Erkek bedeni ne de olsa düzdür hatta sıkıcıdır. Nü’de anatomi, girinti çıkıntı, yuvarlıklar, duruş şekilleri, hareket, ifade, velhasıl her şey vardır.
Çizimi süratlendirmekle desende ilerleme kaydedilmeye başlanır. Ne kadar hızlı çizersek buna koşut olarak tablo çalışmalarımız da o kadar hız ve gelişim gösterir. Hızlı çizime alışmak için nü modellerinin üçer dakikalık akrobatik pozlarını yakalamak, sokağa çıkıp bir kafenin içerisindeki figürleri dondurmadan hareket halinde yakalayarak kağıda geçirmek; sokakta gezinen, koşuşan vs figürleri yahut TV seyrederken değişen sahnelerdeki hareketli figürleri ve ortamlarını yakalamak gibi egzersizler çok yararlı olur. Tablolarımız da buna paralel olarak gelişim gösterir; soyuta giden uzun yol kısalır. Amaç son tahlilde soyuta varmak oradan da beyaz temiz bir tuvale ulaşmaktır. O tuvalde hiçbir şey yoktur ama her şey vardır. Belki de mevcut ve olası tüm alemler.
Ne bileyim; öyle ‘Derler’…
monad balkan 30 aralık 2014,ankara