Diller arası, kültürler arası iletişim anlamını taşıyan çeviri eylemi çok büyük değerdedir. Çeviri sayesindedir ki düşünceler, yaklaşımlar, duygular, giderek inceyazınsal yapıtlar bir dilden diğerine, ulustan ulusa ulaşır. Kuşkusuz bilim de bu süreçten ayrı düşünülemez. Evrensel kültür böylelikle ortak bir yapıya, birikime kavuşur.
Genel olarak kaynak dil – yapıt – hedef dil biçiminde formüle edilen çeviri eylemi, günümüzün bilgisunar (internet) ortamında yapılabilir duruma gelmiş gibi gözükse de ideal çevirinin bu yolla yapılabilmesi neredeyse olanaksızdır; son aşamada her zaman insan denetimi kaçınılmazdır. Gelecekte de bu durumun değişmeyeceğini söylemek yanlış olmaz.
Türkiye’de cumhuriyetin başat devrimi olan Dil Devriminin sağladığı eşsiz güç, 1940’lı yıllarda çeviri alanında da verimlerini ortaya koydu. Üstün Kültür Bakanı Hasan Âli Yücel’in öncülüğü ve yönetiminde yaklaşık 500 Doğu-Batı klasiği, kimileri yazınsal akımlarda da adları yer alan yazarların gönüllü katılımlarıyla Türkçeye kazandırıldı.
Çeviri hareketi Köy Enstitüleri, Türk Dil Kurumu, Halkevleri, Halkevleri dergileri, üniversite… atılımlarıyla eşzamanlıydı. Anlamlı bir bütünlük içindeydi. Köy enstitülü öğrencinin heybesinde Sofokles’in Antigone’sinin bulunması rastlantı değildir. Ne ki bu ulusun tarihsel şansı, eşsiz başarısı 1940’ların ikinci yarısında “suçlama” gerekçesine dönüştürülecektir. Sonun başlangıcı!
Türkiye’nin çeviri sürecini izlemek, aynı zamanda siyasal çöküşü izlemektir. 1950’li yıllar Türkçeye, Dil Devrimine saldırıların dizgeselleştiği (sistematik) yıllardır. 1960’lı yıllar bir ölçüde toparlanma sayılabilirse de 1970’lerle ve 1980’lerle birlikte yıkıma dönüştürülmüştür. 12 Mart 1971 baskı dönemi, birinci ve ikinci Milliyetçi Cephe yönetimleri, iç savaş, kıyımlar, Tercüman gazetesi çevresine öbeklenen Dil Devrimi karşıtı yetersizler, Atatürk’ün Türk Dil Kurumu’nun ve Türk Tarih Kurumu’nun, el yazılı kalıtı da çiğnenerek kapatılması, TDK’nin özleştirme çalışmalarıyla ilgili kasıtlı üretilen savlar, diğer deyimle yalanlar…
Bu kötü koşullar çeviriye nasıl yansıdı? Her şeyden önce Türkçeye çeviri savıyla yapılan iş, Arapçaya, Farsçaya çeviri gibi bir hal aldı. Bunun adı da “yaşayan Türkçe” kondu. Milliyetçi Cephe yönetimleri sırasında Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı yayınları olarak yayımlanan çevirilerin ne gençlerce ne de diğer okur kesimlerince Türkçenin güzelliği yaşanarak okunma olanağı yoktur. Hasan Celal Güzel’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde yeniden basımı yapılan klasiklerden, Nurullah Ataç çevirileri dışındakilerin durumu da hemen hemen aynıdır. Kamunun kaynaklarına, bir temelsiz inat uğruna yazık edilmiştir. Buna karşın bir başka olay vardır ki içler acısıdır: Kültür Bakanı Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın yayımlattığı klasikler, 12 Eylül 1980 cuntacıları tarafından, depolarda ıslanmaya, çürümeye terk edilmiştir. Bu son derece özenli, temiz, duru Türkçeyle çevrilen yapıtlar, devletin satış noktalarına bilerek ulaştırılmamıştır. Örneğin bu kitaplardan biri, Ekim 1979’da yayımlanan, İvan Gonçarov’un “Yamaç” adlı (Çev. Ergin Altay) iki ciltlik romanıdır.
Ne yazık, Türkçe ve anadili bilincinden yoksun yetişen kuşaklar, özensiz, bilgisiz çevirmenlerini de oluşturdu. Günümüzde genç çevirmenler bile Arapça, Farsça sözcüklerle dolu, giderek Türkçe söz diziminden epey yoksun çevirilere imza atmaktalar. Bu kötü gidişe o kadar çok örnek var ki ad vererek gereksiz tartışmaya yol açmak istemiyorum. Şu kadarını belirtelim; iyi, doğru çeviri yapabilmek için öncelikle çevirdiğin dili çok iyi bilmelisin; o dilin kıvraklığını, inceliklerini, varsıllığını kavramalı, sevmelisin.
Dil çok karmaşık ve ayrıntılı bir alan. Aşağıda açıklanacağı gibi, özleşme yaklaşımını benimseyerek yapılan çevirilerde de Türkçeye egemen olunmazsa, ağır sonuçlar doğabilir. Arı Türkçeden yana olmak yetmez. (Arı Türkçeyle çok yetkin çeviriler de yok değil. Örneğin E. Murat Cengiz böyle bir çevirmendir.)
2021 yılı Dostoyevski’nin doğumunun 200., ölümünün ise 140. Yıldönümüdür. Bu nedenle giriştiğim Dostoyevski çalışması sırasındaki gözlemlerimi sunmamın yararına inanıyorum. Doğallıkla, burada sunacağım sorunlar, yalnızca birkaç örnektir; kişiselleştirdiğim sanılmasın. Dostoyevski’nin önemli romanlarından Ecinniler’in Metin İlkin (Oda Yay., 1997) çevirisi, belirgin özleşme tutkusuna karşın, Türkçe yönünden büyük sorunlar içeriyor. Öncelikle “değin” sözcüğünü çok yanlış kullanmış. Değin sözcüğü “kadar”, “dek” gibi bir işin, bir durumun sona erdiği zamanı ya da yeri gösterir. Zamansal ve mesafesel boyutu vardır. Süreçle ilgilidir. Çok karıştırıldığı “denli” sözcüğü ise “kadar” anlamında üstünlük derecesini belirtir. Dolayısıyla “kadar” sözcüğünü kullanmayayım, diye kadar gördüğünüz her yere “değin” ya da “denli” kullanamazsınız. Sonuç yıkım olur… Her ikisini de tanımına uygun kullanmalısınız. Metin İlkin bununla da kalmamış; aşağsanma, ezinç, utkun, üzgü, tergeyen, yeğnik, buyuruncu, neydiği, ivecelenmek, düşünü… gibi sözcükler yeğleyerek, yoğun biçimde kullanmış. Ayrıca “susmak açıklamaktan gelir”, “kıt kanı” (geçinmek… türünden, halk dilindeki söylenişinden koparılmış tümceler oluşturmuş. Oysa bu hataları yapmamış olsa, akıcı bir çeviri, büyük emek. Karamazov Kardeşler çevirileri Türkçe yönünden çok başarılı. (Çeviriler arasında çok küçük ayrılıkların bulunması doğaldır; birinde “keşiş” denirken, diğerinde “staretz” denmesi gibi…) Rus klasikleri ilk dönemde Türkçeye Fransızca üzerinden kazandırıldı. Bu durum her zaman engeller içerir. Rusçadan doğrudan çeviriler başladığında daha doyurucu çeviriler yapıldığı söylenebilir. Nesrin Altınova’nın Karamazov Kardeşler çevirisi de aynı yapıtın doğrudan Rusçadan Nihal Yalaza Taluy çevirisi de gerçekten tam anlamıyla Türkçe şöleni.
Evet, çeviriler her zaman hedef dillerin yetkinlik sınavıdır; o oranda da şölenidir. Türkçe bilim, düşünbilim (felsefe), sanat, inceyazın dilidir. Çevirmenlerin Türkçenin kurallarına egemen olarak, arı, öz dille çeviri yapmaları dileğimizdir.
GÜNAY GÜNER
15 Ocak 2020, Ankara