İzmir’de, “Öğretmen”lere verdiğim Seminerde, Öğretmenin aynı zamanda bir “LİDER” ve "SANATÇI"olduğundan bahisle, şöyle ukalâca bir lâf ettim:
“Lîder öğretmen vizyon sahibidir, aydınlatıcı vizyonu doğrultusunda
öğrencilerinin ufkunu açar.
Yeniliklere açıktır.
Bilgi ve becerilerini sürekli geliştirme çabası içindedir.
Zihninde geleceğe âit bir resim vardır.
Bu resim, heves veya ütopik bir hayâle değil, sağlam, çağdaş ve özgün
bir dünya görüşüne ilerleme ilkesine dayanır.
Bu özgün dünya görüşü sanat, kültür ve entelektüel birikiminin toplamıdır...”
Bir öğretmenin “SANAT”çı olması, besteci, ressam, heykeltraş, şâir...
Hele de edebiyatçı olması çok sevindirir beni.
Tufan ÇAPAR da onlardan biri.
İzmir’de bir Kolejin Müdürü; çok genç.
Daha önce okuduğum,
"TANRILARIN SIRRI" üçlemesinin ilki olan “LAGÜN’ÜN ÇAĞRISI”adlı romanının ikincisini büyük bir nezâketle yollamış.
İthâfı çok hoşuma gitti.
“SEVGİLİ HOCAM SEDAT ÖRSEL’E
GÜNE YÜKLÜ GECE,
GÜNEŞİ, KENDİ KARANLIĞINDA DOĞURUR..
10.11.2015. İmza.”
Yine tebessümle, binbir hayâle dalarak okudum.
Daha önce de yazmıştım:
“İlkokul Öğretmenim Zeynep Doğu bir takım hâlinde Jules Verne’leri armağan etti bana; 8 yaşındaydım, kendimi kaybettim okurken.
Defâlarca “Aya Seyâhat” ettim, “Denizler Altında 20 bin Fersah” dolaştım,
“Dünyâ’nın Merkezine” indim.
Demirci dükkânımızda çalışıyordum ama Jules Verne beni “İki Sene Mektep Tâtili”ne yolladı...
Yâni “FANTASTİK EDEBİYAT” bu hakire erken bulaştı...” diye.
Ama, yaşaldığımdan mı nedir,
Fantastik Roman ve Filmlerin hakkını veremiyorum artık.
Âşinâ olmadığım yer ve insan isimleri aklımda kalmıyor...
Hele bir de işin içine “Yıldız Savaşları” ya da “Yüzüklerin Efendisi” gibi, her biri yeni isimler ve öncekilerden bağımsız olaylar getiren, yeni yeni bölümler girince, kopuyorum.
Buna rağmen ÇAPAR’ın ikinci kitabını “FİLM”miş gibi, gözümde canlandırarak okudum.
365 sayfalık bir fantasia...
Bu türü sevenler için tavsiyeye şâyan.
Kapak yazısında şöyle denmiş;
“Bozkırın kuzeyinden kopan bir rüzgar,
ölü çalıları kuru köklerinden kopararak
yanmış cesetlerin üzerindeki külleri savurdu.
Kana, çürümüşlüğe, çamura bulanmış savaş meydanını geçti,
tüm şiddetiyle kavak ağaçlarını silkeleyerek güneye doğru yol aldı.
Uğultusu uzun süre kesilmedi.
Kar tüm soğuğuyla geliyor,
kötü zamanların habercisi, ansızın bastırıyordu.
Ağaçlarda kalan son yapraklar da dökülüyordu işte!
Umut hiç olmadığı kadar uzaklara göçüyordu.
Bir tanrının yasını kim nasıl kaldırabilirdi?
Binlerce kişinin kederi, gökyüzü kan ağlasa geçmezdi.
Yürekler kırgın, çaresiz ve tarifsiz bir acıyla burkuluyordu.
Rüzgârın uğultusuna bir kadının ağıtı karıştı.
Yaralanmış, kana bulanmış dizler toprağa düştü,
kahırla sıkılan yumruklar taşları dövdü,
kara kanatlar toprağa değdi, kıyafetler yırtılıp yas bağı yapıldı,
sakallar bağlandı, avuçlar sarıldı.
Suyun yaratıcısı hiç hatırlanmamak üzere unutulacaktı.
Ağıt rüzgâra karıştı, rüzgâr ağıda.
Lagün’ün yası, ilk kar yere değerken başladı.
“İçgüdülerine güven oğlum.” dedi.
“Rüzgârın sesini dinle, gözlerini kapat
ve dışındaki havanın içinde de olduğunu unutma.
Sen aslında onunla birsin.”
Cümlesini tamamlar tamamlamaz babası onu uçuruma itti.
Yıllardır köşesine çekilmiş kötülüğü
ortaya çıkarmak o kadar kolay olmuştu ki.
Sanki yüzlerce yıldır Ruud’un gelişini bekleyen kiralık katillere,
hırsızlara artık ortaya çıkabileceklerini
haber veren biri dokunmuştu.
Rhodhal öyle demişti:
“Onlar geldiğinde tek düşmanımız Ruud olmayacak…”
“SAVAŞI KAZANANLAR, TARİHİ YAZAR LUTH.
İNSANLAR KAYBEDENLERİN HİKÂYELERİNİ BİLMEZ.”
Ve yine,
Teşekkürler Tûfan Hoca...
Hayâl âlemimi zenginleştirdiğin için...
Türkçe’yi iyi kullandığın için...
Öğretmenliğin sanatla uğraşmaya asla engel olmayacağını gösterdiğin için...
Sevenlerce okunmalı,
Vesselâm...