Bugün köşeyi bir kitap kaptı.
Erol Özdayı
Miko’yu tanıyor musunuz? Duydunuz mu hiç? Aslında, İzmirli değilseniz, son 17 yıldır İzmir’e gitmediyseniz, duymamış olabilirsiniz. Miko, İzmir, Alsancak’ta 17 yıl önce açılmış bir ‘kafe’… Can Yücel’in sık gittiği, dostlarıyla söyleştiği bir ‘kafe’… Ahmet Piriştina’nın Büyükşehir Belediye Başkanlığı sırasında ‘Kafe’nin yer aldığı sokağa şairin adını verilmiş, Konak Belediyesi de büstünü yerleştirmiş.
GÖNÜL SOHBET İSTER, KAHVE BAHANE...
‘Kafe’ deyip duralım biraz.
‘Kafe’lerin atası kahvehaneler, Osmanlı’nın Kahire, Şam, Halep gibi kentlerinde ortaya çıkıp 1554’te ilk kez İstanbul’la birlikte Avrupa’ya adım atmış. Oradan, yüzyıl kadar sonra ilk olarak İstanbul’un ticari ortağı Venedik’e, ardından başka şehirlere geçmiş. Balzac’ın Fransız ‘kafe’leri için söylediği “halkın parlamentosu” sözleri bizim köy kahveleri için de hep geçerli değil midir? Osmanlı kahvehanelerinden farklı olarak kadınların da gittiği yer olmuş Avrupa’nın kahvehaneleri. Osmanlı’da yalnızca kahvehane olmaktan çıkıp kıraathaneye dönüşürken Batı’da da bazı ‘kafe’ler bir adım daha öteye geçip insanların konser dinledikleri, kültür söyleşileri için bir araya geldikleri yerler olmuş.
Ankara’nın güzel yaz gecelerini sinemayla daha da güzelleştiren Ankaralı ‘kafe’lerle Pazar sabahları felsefe söyleşileri sırasında kahvaltı veren Parisli ‘kafe’yi anmadan geçmemeli. “Gönül dost ister, kahve bahane” sözleri ise dün de, bugün de kahvehanelerle ‘kafe’lerin işlevini en iyi anlatır. Günümüzde ‘kafe’ler, lokanta-meyhane vb yeme içme yerlerinden farklı olarak günün her saatinde öncelikle buluşma ya da soluklanma amacıyla gidilen; “teklifsiz, tekellüfsüz” rahatça girilip çıkılabilen; yalnız da gidilse kalabalık içinde olunabilen; sokağı, çevreyi izleme olanağı veren; bir fincan kahve eşliğinde bir şeyler okunup yazılabilen; çay kahvenin yanı sıra hafif yiyecekler ile genellikle hafif alkollü içki de tüketilebilen yerler oldular.
İlknur Baltacı
2002’de Petersburg’a, 2008’de ilk kez Bakü’ye gittiğimde, bu kentlerin Avrupa görünümlü sokaklarıyla caddelerindeki eksikliğin dışarıdan görülüp kolayca giriliverilen ‘kafe’ler olduğunu fark etmiştim. “Biri yer, biri bakar, kıyamet bundan kopar” durumunun geçerli olmadığı, gelir dağılımının dengeli olduğu yerlere özgüydü ‘kafe’ler… Bugün ülkemizde yaşam düzeyinin yüksek olduğu yerlerde Avrupa türü ‘kafe’ler yaygınlaşırken kadınların gidebildiği ‘kahvehane’ler ortaya çıktı. Son yıllarda, Amerikan türü ‘kafe’ler de pıtrak gibi çoğaldı! Sanatçıların, yazan çizen düşünenlerin uğrağı olan ‘kafe’lerle ‘kahvehane’ler ise tek tük de olsa iyi ki var hala.
VE MİKO CAFE...
Bu sonunculardan biri olan İzmirli Miko Cafe, “Kentleri kent yapan mekanlardır, mekanları yaşatan kentlilerdir” diyerek 17. yaşını bir kitapla kutlamış. İstanbul’un 100 yıllık mekanı Rejans Lokantası malsahibiyle bir türlü anlaşamadığı için “İmdat!” çığlıkları ata ata ortadan kaybolurken, Ankara’nın 50 yıllık mekanı Flamingo Pastanesi mirasçıların anlaşmazlıkları yüzünden yok olup giderken Miko’nun yaptığına “İşte, İzmir farkı!” demek istiyorum. Miko, 501 adet bastırıp dostlarına, İzmir’i sevenlere dağıttığı kitapta 17 İzmirli fotoğrafçıdan 17 İzmir fotoğrafıyla 17 İzmirli ozandan 17 İzmir şiirine yer vermiş. Miko Cafe’nin 17. yaşı ile yaşgününü kutlama biçimini kutlarken “Bir Şehirde Yaşamak” adlı bu güzel kitaptan biraz İzmir çekelim içimize.
Mehmet Yasa
Kitabın 37. sayfasından Erdinç Özdemir’in şiiri “Hayal Kuvvetleri”:
İzmir’de
Konak alanındayım
Gökyüzünde pırıl pırıl güvercinler
Kol saatimde telaşsız bir keyif
Bir resim bir fotoğraf
Olmanın ötesinde
Çok düşleri olan Saat Kulesi
Baktım
Yerinde yok
Denizin mutlu sesiyle
Saat Kulesi vapura binmiş
Karşıyaka’ya gidiyor
Kol saatimde tatlı bir şaşkınlık
Başıma konan bir güvercin
Fısıldadı
-Bu da bir şey mi?
Bazen Kadifekale’ye çıkıp
Konak alanına bakıyor
Sesli gölgeler arasından
Sessizce Kordon’a yürüdüm
Kol saatimde martılar
Alahattin Kanlıoğlu
Güvercinlerle martılar, evet… Ya yalıçapkınları? Ankara’nın göllerinde, giderek Boğaz kıyısında bile rastlasak da, onlar İzmir’in günlük yaşamına karışan yerlileridir. Başka yerlerde başka adlarla anıldıkları olur. Zaten onlara bu adı İzmirlilerden başka kim yakıştırabilir? Söylentilerden birine göre, yalılarda (kıyılarda) uçarken havada asılı kalabilen bu kuşları pencere önünde gören kadınlar, “Vay, sen bizi mi gözetliyorsun?”diyerek ona yalıçapkını adını takmışlar! Ünal Ersözlü de şehri pek güzel anlatan “İzmir” şiirini şöyle bitirmiş:
Seni Yalıçapkını seni
İzmir yaşama sevinci
Leyla Onomay’ın “Kalbi Olan Her Şehir Gibi” şiiriyse şu dizelerle başlıyor:
bedelini ödemiştir güzelliğinin
kalbi olan her şehir gibi…
allahına kadar sevmiş
allahına kadar terk edilmiştir
üç karanfille avutup bir dal menekşeyi
sessizce bekler
saçlarını taramak için pişmanlıkların
ojesi ruju ruhu kırmızı
kalbi mavi her şehir gibi
Haluk Işık’ın “Söz Yetmez” şiirinin bittiği gibi bitsin bu yazı:
Sen “9 Eylül” dersin iki kelime
Ben onurlu bir halk anlarım
Rüzgarın çevirdiği sayfa anlarım
Sen “İzmir” dersin iki hece
Ben saygıyla ayağa kalkarım
Haluk Işık’ın “Söz Yetmez” şiirinin bittiği gibi bitsin bu yazı:
Sen “9 Eylül” dersin iki kelime
Ben onurlu bir halk anlarım
Rüzgarın çevirdiği sayfa anlarım
Sen “İzmir” dersin iki hece
Ben saygıyla ayağa kalkarım