Bu kez geleneksel bir sanat kaptı köşeyi…
Genç savaşçı Mataora ile yeraltı dünyası padişahının kızı birbirlerine vurulmuşlar ve evlenmişler. Ama masal burada “onlar ermiş muradına” diye bitmiyor, burada başlayarak “Mataora bir gün genç karısına kızıp dayak atmış” sözleriyle sürüyor. Kısaca anlatırsak, padişah kızı Niwareka kocasının yaptığına dayanamayıp onu bırakmış; babasının ülkesine, yeraltına dönmüş. Karısı kaçınca Mataora öyle üzülmüş, öyle suçluluk duymuş ki ne yapacağını bilememiş. Kızı geri istemeye yeraltı dünyasına gitmeye karar vermiş. Birçok sınamadan geçip birçok engel aşarak yeraltı padişahının yanına vardığında yüzü gözü, kolu bacağı, bedeninin görünen her yanı karalara boyalara bulanmış durumdaymış. Padişahın çevresindekiler görünüşüyle alay etmişler, onu itip kakmış, aşağılamışlar. Mataora karısından özür dilemiş, yalvara yakara geri gelmesini istemiş. Sonunda Niwareka onu bağışlamış. Babası padişahsa damadına bir de “dövme” sanatını öğretmiş. Mataora, karısının elinden tutup yeryüzüne çıkarken artık “dövme” ustasıymış…
Yeni Zelanda’nın yerli halklarından Maurilerin bu söylencesindeki “dövme”, şimdilerde ülkemizde de gözde olan “tatu”(tattoo)nun Türkçesi… Yani, cildin alt tabakasına pigment ekleme ya da bu tabakadaki pigmentleri değiştirme yoluyla yapılan kalıcı resimler…
Anglo-Sakson denizciler Okyanus adalarında gördükleri “dövme”yi, orada duydukları sözcüğü kendi dillerine aktararak “tattoo” diye anmışlar. Batı’da dövme denizcilerle canlanmış; bir dönem denizcilerin simgesi gibi olmuş.
Antropologlarsa dövmenin geçmişini 15,000 yıl öncesine götürüyorlar. Çin’den İrlanda’ya tarih boyunca pek çok ülkede; puta tapmadan Hıristiyanlığa dek pek çok inançta simge olarak kullanılmış dövme. Bazen kişiyi aşağılamak (damgalamak), bazen yüceltmek, çoğu kez de onun toplumdaki yerini göstermek için kullanılmış. Kimi zaman sağaltım niyetiyle, kimi zamansa muska niyetiyle dövmeye başvurulmuş ama çoğunlukla bir gösterge ya da gösteriş ögesiymiş: günümüzde olduğu gibi geçmişte de süs amaçlı kullanılmış ama asıl bağlı bulunulan dinsel inancın, kabilenin ya da çetenin göstergesi olmuş. Örneğin, Rus hapishanelerinde tutuklular, hiç söze başvurmaksızın, birbirlerini dövmelerinden tanırlarmış: Kedi dövmesi tutuklunun hırsızlıktan yargılandığını gösterirken birden çok kedi dövmesi hırsızlar çetesinden olduğunu anlatırmış! Katillerin simgesi ise kafatasıymış!
Bugün ABD’de istatistikler ülkede 19-25 yaş arası nüfusun %36’sının, 26-40 yaş arası nüfusun %40’ının dövmeli olduğunu gösteriyor. Dövme yaptıranların %29’u dövmeyle kendini daha “asî”, %31’i ise daha “seksi” bulduğunu söylüyor.
Şimdilerde, her yerde “ünlüler”in “tattoo”lu haberleri gözümüze çarpıyor. Okyanusya kabilelerinin dövmeli fotoğrafları ile bedeni dövme kaplı güzel kadın fotoğrafları Internet’te (bilgisunarda) dolaşır oldu.
Günümüzde daha çok süs amaçlı diye bildiğimiz dövmenin, Alzheimer hastalarının kaybolmasını önlemek için kimlik, adres bilgilerini bedenlerine yazmak gibi işlevsel amaçlarla kullanıldığı haberlerine de rastlıyoruz.
Bizde “dövme”nin geçmişi var mıydı? Yoksa, bizim kuşağın şehirli okumuşları, sevilen Moby Dick (Beyaz Balina) romanının yerli kahramanında mı duymuştuk ilk kez “dövme”yi? Sonra, sinemada, Nazi kamplarındaki tutsakların kollarında kimlik belirten sayı damgaları olarak mı görmüştük?
Bakın, bizden genç bir araştırmacı, bu konuda ne diyor:
“İnsanlık tarihi kadar eski olan, Alplerde Buz adam Ötzi’de, Pazırık kurganlarında ve Mısır’daki mumyalarda görülen dövme geleneğini, Urfa’da, Antep’te, Mardin’de görmeyerek, Okyanus adalarında gören ve onu tattoo olarak adlandıran bir anlayışımızın olduğunu söylemek isterim. Bu söylediklerimden batılı bilim insanlarının çalışmalarına olumsuz yaklaştığım anlaşılmasın lütfen. Sadece ve sadece bizim insanımızın ataletine, kendine yabancılaşma haline dikkat çekmek istiyorum. Buna kendimi de dahil ederek bir özeleştiri yapmanın bu vesileyle gerekli olduğunu düşünmekteyim.”
Bu sözleri söyleyen Mümtaz Fırat, ülkemizde şimdilerde hor görülen halkbilim dalının uzmanlarından biri… Geçtiğimiz günlerde Oğuz Tansel Halkbilimi Ödülü’nü Kaybolan İzler: Güneydoğuda Geleneksel Dövme adlı araştırmasıyla aldı.
Güneydoğu Anadolu dövmelerindeki göksel imgeleri; hayvan imgelerini; bitki imgelerini; kılıç, mühür, bilezik, halhal, hızma gibi imgeleri simgeledikleriyle bilmek hoş olmaz mıydı?
Dövmenin çıkış yeri… Bir ergenlik simgesi olarak dövme… Sağaltıcı işlevi olan dövme... Aşiretleri birbirinden ayıran dövmeler… “Halk İslam’ı ya da halk dininin önerip özendirdiği dövmenin medrese İslam’ı ya da sistematik din tarafından yasaklanmasının dinamikleri”… “Dövmenin icracısı konumundaki Karaçi, Abdal, Köçer, Gurbet olarak adlandırılan topluluklar”ın bu uğraşlarını bırakmalarının ötekileştirilmeyle ilişkisi… Günümüzde günah sayılan dövme geleneğini sürdürmek için başvurulan “meşrulaştırma” araçları vb… Bütün bunlar ilginç konular değil mi?
Bu tür konuları öğrenebilmek için Mümtaz Fırat’ın değerli çalışmasının yayınlanmasını beklerken halkbilimini dışlamanın bizi köksüz bırakacağını da vurgulamak istiyorum. (Hem, belki görsel açıdan da doyurucu olacak bu kitabı okuyan dövmecilerimiz bize özgü, özgün dövmeler yapabilirler!!!)
Halkbilimle ilgilenmek “köylü kalmak” olsaydı, Batı hepten köylü kalmıştı şimdi. Tersine, şehirlileştikçe/ burjuvalaştıkça yalnız kendi halk kültürlerine değil, dünya halk kültürüne de eğildiler. Gelişmemişlerle az gelişmişleri de en iyi onlar araştırıp ortaya koydular.
Oğuz Tansel’den çok kez duyduğum şu görüşü aktarmak isterim:
“Kendi kültürünü iyi bilmeyen evrensel kültüre bir şey katamaz.”
İster plastik sanatlarla uğraşsın, ister müzikle, ister yazınla, ister dansla, pek çok sanatçı bu sözlerin doğruluğunu yaşayarak bilir.