Okuldaki müzik öğretmenimiz, “Altı ayda Chopin çaldırırım” diyince, annem benim için başka bir piyano öğretmeni arayışına girmişti. Anneannemin arkadaşı, kendisini “cicianne” diye çağırmamı isteyen Saffet Sungu Hanım, Mithat Fenmen’den özel ders alıyordu. Annem Arnavutköy Kız Koleji’nde okurken, o, genç bir piyanist olarak okullarında konser vermeye gelirmiş. Ayrıca, onun, tarihimizin ünlü kişilerinden Mithat Paşa’nın torunu oluşundan da söz ederdi annem. Bu seçkin kişi, ciciannemin aracılığıyla, bana ders vermeyi kabul etti.
Yaz tatilleri dışında on yıl boyunca her hafta Karanfil Sokağı’ndaki evine gittim, ta ki piyanoya ayırdığım zamanı nişanlıma ayırmaya karar verene kadar!!!
Ankara’da Meşrutiyet Caddesi’nden Karanfil Sokağa girince Sakarya Caddesi’ne gelmeden sağ kolda – o zamanki bütün evler gibi- bahçe içindeki birkaç katlı evlerden biri Mithat Fenmen’in eviydi. Evin üst katında eşi bale öğretmeni Beatrice Hanım ve iki çocukları ile birlikte otururlardı. Yanılmıyorsam, katlardan biri Beatrice Hanım’ın öğrencilerinin gelip gittiği Fenmen Bale Stüdyosu’nu barındırıyordu. Bir başka piyano öğretmeninin dersliği de yine, eğer güçsüz belleğim beni yanıltmıyorsa, Mithat Bey’inkinin bitişiğinde, bodrum katındaydı. Binada, sanırım, kiracı olan bu öğretmenin ders ücretinin Mithat Bey’inkinin kat kat üstünde olduğunu söylenirdi.
10 yaşında ders almaya başladığımda ders ücreti 2,5 Lira gibi o zaman için de “pek cüz’i” sayılacak bir ücretti. Mithat Bey, bir gün olsun ücret artışı talep etmedi; “Soylu adam, parada pulda gözü yok” diyen annem kendiliğinden artış yaparak zarf içinde gönderirdi borcumuzu. Mithat Bey de matbu makbuzunu doldurur, imzalar, bana verirdi. Yıllar boyunca biriken bu makbuzları -ne akla hizmetse- bir gün attığımı anımsıyorum da bu değerli belgeleri tümünü yok ettiğim için kendime kızıyorum. Gerçi, onları emanet edeceğim bir müzemiz mi var? Ya da değerlendirecek bir koleksiyoner bulunur muydu acaba?
O günlerde Ankara’daki iyi yetişmiş pek çok kişi gibi Mithat Fenmen de İstanbul çıkışlıydı: İstanbul’da doğmuş, eğitimini İstanbul’da sürdürmüş, Paris’te Alfred Cortot ile Nadia Boulanger gibi öğretmenlerle çalıştıktan sonra Münih Devlet Konservatuarı’nda kompozisyon sınıfına girmiş, II. Dünya Savaşı çıkınca Türkiye’ye dönerek Ankara Devlet Konservatuarı’nda öğretmenliğe başlamıştı. Konservatuar’ın müdürlüğünü de yapmıştı.
İyi bir piyanist olduğu halde konser piyanistliğini değil, piyano öğretmenliğini seçmiş; asıl ilgisini çeken besteciliğe de yeterince zaman ayıramamıştı. Ara sıra resitaller verdiği olurdu. Başka müzisyenlere alçakgönüllülükle eşlik ederdi.
Sanırım, onun başlıca kişilik özelliklerinden biri de bu kendini fazla öne çıkarmayışı, alçakgönüllü oluşuydu. Kafkasyalı dedemin “Olgun başak eğilir” sözleriyle anlattığı kişilerdendi o.
“Öğretmenim” dediğimde aklıma gelen birkaç kişiden biri O’dur. Tek bir gün sesini yükselttiğini, öfkelendiğini görmedim. Sabırlı, hoşgörülü, sevgi dolu, “sanat” kavramının içerdiği bütün güzellikleri kendinde taşıyan bir insandı. Yaşamım boyunca tanıyıp “derviş” olarak nitelediğim üç kişiden birincisi Mithat Fenmen’dir.
Sanırım, öğrencilerine yalnız piyanoyu değil, “insan” olmayı da öğretirdi- nutuk atmadan, vaaz vermeden, yalnızca davranışlarıyla iyi bir örnek olarak.
Ara sıra telefonda konuştuğu kişinin eşi olduğu “darling” demesinden anlaşılırdı. Zaten yumuşak olan sesi onunla konuşurken daha mı sevecen olurdu?
Semiha Berksoy’u onun dersliğine ziyarete geldiğinde görmüştüm ilk kez. Gür sesi, farklı konuşması, ilginç giyimiyle dikkat çekici bu hanım, Mithat Bey’e hiç benzememekle birlikte iyi arkadaş oldukları belliydi. Öğretmenimin bazı durumlarda yaptığı, herkesin muzipliğini sezemiyeceği yorumlarını onunla konuşurken de yaptığını anımsıyorum.
Türkçe müzik yayınlarını önemsediğini biliyorum. Onda gördüğüm bir süreli yayına abone olmuştum. Adı neydi, bilmiyorum! Şimdi görüyorum ki, daha önceleri (1949-1953 arasında) Müzik Görüşleri diye bir dergi çıkarmış. 1947’de Piyanistin Kitabı, 1952’de Nota Okuma Kitabı adlı kitapları yayınlanmış. 1991 baskısı Müzikçinin El Kitabı’nın 1947 tarihli kitabın elden geçmiş biçimi olduğunu sanıyorum.
İdil Biret, Fazıl Say gibi piyanistlerin de ilk öğretmeni olan Mithat Fenmen özel derslerinde öğrencileri kuramsal bilgiye boğmazdı. Yeri geldikçe gösterilir; doğallıkla, sanki kendiliğinden edinilirdi bilgiler. Nasıl Türkçe’yi iyi konuşmak için önce örneğin, “geçişli eylem, geçişsiz eylem, oldurgan eylem, ettirgen eylem” gibi terimleri sıralamak gerekmiyorsa müzik de aynı mantıkla öğretilebilirdi. Üstelik, özel öğrencilerinin çoğu da amatörlükten öte hevesleri olmayanlardı, sanırım.
Derslere erken gittiğimizde dersliğe girer, bizden önceki öğrencinin dersini dinlerdik. Daha sonra pop müzikçi olarak ünlenen Füsun Önal’ın dersinin bitmesini birkaç yıl her hafta bekledim. Öğrencisi olması için aracılık ettiğim arkadaşım (şimdi ABD Worchester Polytehnic Institute profesörlerinden, Mühendislik Fakültesi eski Dekanı) Selçuk Güçeri’yi benden “Piyanist Selçuk nasıl?” diye sorduğunu anımsıyorum.
Derslikte yarım kuyruklu Alman yapımı bir piyano vardı. (O zaman Japon piyanoları çıkmamıştı, ya da biz görmemiştik.) Duvarlardaki resimler arasında J.S.Bach ile Beethoven’ın portreleri kalmış aklımda. Bir de, ışıl ışıl bakışlı, bukleli küçük İdil Biret’le Mithat Fenmen’in birlikte gülümsedikleri bir resim...
Öğretmenim yaz aylarını Karadeniz kıyısındaki Abana’da geçirirdi. Daha sonra eşimin anlattığına göre, 1967’de Abana’ya tatile gittiğinde gördüğü, Halk Evi’nin giriş katında, çocukların pata küte tuşlarına vurdukları piyanoyu oraya Mithat Fenmen bağışlamış.
Bu değerli eğitimcinin yetiştirdiği pek çok müzisyen var. Acaba, onun unutulmuş bestelerinden oluşan bir anma günü düzenlemezler mi? Örneğin, Tembel Ahmet balesini merak eden yok mudur? Ya da Tevfik Fikret’in Balıkçılar’ı üzerine bestesini?... Piyano ve orkestra için konçertinosunu ya da piyano parçalarından birini konser programına alacak bir öğrencisi çıkmaz mı? Mithat Fenmen yalnızca piyano için beste yapmamış, üflemeliler için de besteleri var. Acaba, tozlu sandıklardan onları çıkaracak bir müzisyenimiz bulunur mu?
Giderek (bu sözcüğü “hatta” yerine kullanmamızı öneren Melih Cevdet Anday’ın sözünü dinliyorum), yapıtlarından oluşan bir CD düşünülemez mi?... Anılmaya, çalınmaya değmez mi besteleri?