İnsanlığın ekinsel birikiminin kaynağında özgürlük arayışı vardır. İlk yazılı metin, ilk destan, güzelduyusal yazın yapıtı olan Gılgamış Destanı’nda bilge kral Gılgamış ölümsüzlüğün ardına düşer, kaderine razı olmaz, Tanrılarla insanlar arasındaki “zorunlu” bağa dayalı edilgen ilişkiyi sorgular. (Yeni bulgulara göre, her şeyi bilen, bilge anlamındaki Gılgamış adının, Türkçe kökenli Bilgamış olma olasılığı yükseltir). Bu aslında Gılgamış’ın simgesel kişiliğinde kitlenin, toplumsal istencin sorgusudur. Prometeus söylencede yine Tanrılardan ateşi, yani bilgiyi çalar, insanlığın yararına sunar. Ağır bedel öder, cezalandırılır.
Aydınlanmayla (rönesans) birlikte insanın özneleşmesiyle, aklın ve bilimin temel değer durumuna gelmesiyle sanat, yazın insancı (hümanist) anlayış doğrultusunda bağımsızlaşır. Bu gerçek bir başka açıdan, yazında özgürleşmenin gerçeğidir. Yazının ereği hiç kuşku yok, özgürlüktür. İnsan yeteneklerini sınırsızca geliştirmektir. Günümüzde aşındırılan düşünce koşullarında ne kadar tersine yönlendirilmelerle zorlansa da yazının doğası özgürlüktür.
Yazar yaratıcı özne olarak biriciktir. Kuşağın, akımın, anlayışın, topluluğun, budunun, ülkünün, ideolojinin parçası olarak bilinmek, böyle anılmak yazara uygun bir durum olmamalıdır. Olunsa bile bir yere kadardır, daha öteye değil. Dolayısıyla yazar sıklıkla özünü sorgulayan, konumunu eleştiren bir kişilik olmalıdır. Ancak, sözkonusu sorgulama süreci sonucunda kısa dönemlerle sınırlı bağlar kurduğu düşünsel dizgeler, anlayışlar olması da doğaldır, kaçınılmazdır. Buna vicdansal bir olgu demek bile olanaklıdır. Yazarın zorunluluk, insan-doğa, insan-insan çatışmasının sonuçlarıyla sınırlanması, çatışmanın güzelduyusal yaratılarının yapıtlara dönüşmesi olarak görülebilir bu ilişki. Salt özgürlük sorunu felsefede irdelenir. Eytişimsel maddecilik yazarın özgürlük sorununu açıklayıcıdır, son otuz yılın küreselleşmeci saldırılarına karşın doğrulanan bir felsefe bilgisidir.
Nasıl ki yöntemsiz, birikimsiz düşünce özgür düşünce değilse, yöntemsiz, birikimsiz, geleneksiz yazın da özgür yazın sayılamaz. Ancak gelenek, yaratıyı engelleyici bir etken durumuna getirilmemelidir. Gelenek, bir gelecek ve ilerleme tasarısını, düşüncesini içermelidir. Ancak bu yolla gelenek birikime dönüşebilir, özgürleştirici nitelik kazanabilir. Özgürlük derinlik bilgisini, derin yapıyı gerektirir. Yüzeysellikle özgürlük yan yana olamaz.
Yazın, dil işçiliği olması nedeniyle, dil ile düşünce ilişkisine, bu güçlü ilişkinin devinimine, diriliğine, yenileme gücüne dayanır. Bilimsel çalışmaların ulaştığı düzey düşünceyi dilin belirlediğini ortaya koyuyor. Bu demektir ki dil ne kadar köklerine, arı yaratım ve türetim ilkelerine, özleşme gereklerine uygun biçimde geliştirilirse, düşünce alanı da o denli berrak, duru, varsıl gelişir. Bu bağ elbette anadili – ekin ilişkisini de içerir. Yazar dilinden sorumludur. Okur dil ile ilişkisini yazın yapıtları aracılığıyla kurar. Bu nedenle yazar, kullandığı, yazdığı dille aymazca oynamayı özgürlük sayamaz. Böyle bir hak yoktur. Bir dilin kurallarına gösterilen saygı, tüm diğer dillere de gösteriliyor demektir.
Günümüzde iki alan daha var ki, yine dil – düşünce bağlamında dilin ulusal yapıyla sıkı ilişkisini aşındırmakta, sanayi öncesi üretim ve eşitsiz insan ilişkilerini yüceltmektedir: Budunsal (etnik) yapılar ile dinsel yapılar. Yazınsal yapıtlar ise genel eğilim olarak sözkonusu olumsuz sürece eklemlenmekte gecikmemektedirler. Topluluk içinde birleştirici yazın, ulusal dil ölçeğinde ayrıştırıcı işlev görmeye başlıyor. Özgürlük adına savlanan bu yaklaşım, insanı görece özgürleştiği ulus, sanayi, kent ilişkisinden, eşitsizlik üreten derebeylik ilişkilerine sürüklemektedir.
Yazın insanı celladına sevdalı etmenin aracı değildir! Elbette bu satırlarda dillendirilmeye çalışılan anadili hakkının dışındadır. Anadili anaların ak sütü kadar doğal bir haktır. Olmazsa olmazdır. Türkiye’de bu başat hakkı, şimdilerde budunsal hareketlerin koruyucusu, Irak’ın “özgürleştiricisi” ABD’nin komutasındaki 12 Eylül darbecilerinin kaldırdığı gerçektir. Dolayısıyla mantık bu noktada da çelişki olduğunu gösteriyor.
Aydınlanma sancısının acıları çekilirken batıda bilim ve yazın kilisenin dili Latinceden halkın diline geçmiştir. Bilgi ve sanat halkın, giderek insanlığın malı olmuştur. Türk yazını için benzer bir süreç yaşanır. “Kavmi necip” dili Arapça, ardından anlaşılmaz yapay dil Osmanlıca Türk halkının dili Türkçe üzerinde baskın, egemen bir etki yaratır. Geniş kitleler bilgiden, güzelduyusal beğeniden, bilinçlenme olanağından yoksun bırakılır.
Türkçe ve halk tutsaklıktan, 20. yüzyılla başlayan yenileşme çabalarının son aşaması sayılan cumhuriyet döneminde, Dil Devrimiyle kurtulmuştur. Mustafa Kemal Atatürk aynı zamanda olağanüstü bir dil bilinciyle bilimsel bir devrim yapmıştır. Kuran ve yorumu Türkçeye çevrilmiş, halk eğitimine önem verilmiş, Anadolu Medeniyetleri Müzesi, halkevleri, ulus okulları, çağdaş üniversite, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, ardından köy enstitüleri, yaklaşık altı yüz doğu, batı klasiğinin çevrilmesi ve yayılması benzersiz bir devrimin, özgürlük kavgasının kanıtlarıdır.
Yazarın, sanatçının sözkonusu devasa birikimine olanağına dayanması anlamlı bir gerekliliktir. Bu bilinçle davranmak ussallıktır, mantıklılıktır, özgürleştirici eylemliliktir. Türk Devrimi siyasal iktidar – özgür düşünce çatışmasının yaşanmadığı, giderek tersi sürecin var olduğu belki de tek örnektir.
Ne ki kısa zaman sonra, özgürlük, eşitlik ülküsünden beslenen Türk yazınına, 1940’lı yıllarla birlikte, dünyanın diğer dönemlerinde ve yerlerinde olduğu gibi, amansız bir saldırıya girişildi. Tan matbaası baskınından, Nâzım Hikmet’in canına kasta, toplumcu aydınların Sansaryan Han’larda düşünmesi bile ürperten işkencelere uğratılmasından, halkın yararını savundular diye onyıllarca hapis cezası verilmesine… bir dolu savaşımın tarihi demektir bu. Orhan Veli’nin dediği gibi kelle fiyatınadır özgürlük!
Günümüz mü? Birçok kavram gibi, bir zamanlar uğruna can verilen özgürlük kavramın da içi boşaltıldı. Telefonu olan genç özgür! Türkçeyi bilmeyen yazar özgür! Duvar duyurularında boy gösteren yazar özgür! İletişim firmasına ezgi satan, “Sen de sat ulan, diye kükreyen liberal müzikçi, banka reklamına çıkan sanatçı özgür!
Dönemin iktidarının ödeneğinden beslendiği gibi, kimsesiz yaşlılara bile borç takmış, yetmemiş gericilerin elebaşı olmuş Necip Fazıl’la; ömrü yetkin sanatı ve davası uğruna hapislerde, sürgünde geçmiş Nâzım Hikmet’i aynı kefeye koymak, yurt düşmanlığına malzeme yapmak özgürlük! Yayılmacıların dönüp bakmaya tenezzül etmeyecekleri ülkelerle (örneğin İsveç’le), bin yıldır hedefteki Türkiye’yi bir tutmak, denk getirip ulusa, ekmeğini yediği, gölgesinde dinlendiği yurda hakaret etmek özgürlük!
Çağımız acımasızlık çağı. Buna karşın, nerede bir Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Sartre, Camus, Aragon, Rilke, Dostoyevski, Tolstoy, B. Russell, Sevgi Soysal, Füruzan…