“Efendiler! Benim atalarım Anadolu’dan Rumeli’ye gelmiş Yörük Türkmenlerindendir.
Muhacir diye küçümsenenler, tarihin yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar, yani düşmanla sonuna kadar dövüşenler, çekilen ordunun ric’at hatlarını sağlamak için kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenlerdir.
Muhacirler, kaybedilmiş ülkelerimizin milli hatıralarıdır.”
Mustafa Kemal Atatürk
“Yedinci Bayrak-Urumeli’den İzmir’e”, Ayla Kutlu, Bilgi Yayınevi, 2016
Yeryüzünün her yanı savaş, kıyım, göç acıları görmüştür ama Türkiye değin, Balkanlar değin kıyım toprağı çok ama çok azdır. Öncelikle vurgulamalı ki yazarlar, aydınlar ayrım yapmadan, tüm insanlık acılarına yanabilmeli; dillendirmeyi başat görev saymalıdırlar. Erdemli tutum budur. Kıyımlardan “Benim olan olmayan” ayrımı aydının, yazarın işi değildir.
Bu bağlamda Osmanlının çözülüş, çöküş sürecinde Türklerin yaşadığı kıyımların, göç ve savaş acılarının yapıtlara, inceyazına (edebiyat), sanata gereğince yansıdığından söz edebilmek olanaksızdır. Her kötülük kanıksanıyor mu yoksa… Düşünmeden yapamıyor insan. Oysa 1821 ile 1922 yılları arasında 5 milyondan fazla Türk-Müslüman saldırılarla ülkelerinden sürülmüştür . (“Ölüm ve Sürgün” Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı 1821 – 1922, Justin McCarthy, Çev. Fatma Sarıkaya, Türk Tarih Kurumu Yay., 2014)
Yine milyonlarca Türk öldürülmüş ya da hastalıklar sonucunda yaşamını yitirmiştir. (Sürülenlerin sayısı bazı araştırmalarda 9 milyona çıkabilmektedir.) Yalnızca Balkan savaşları sırasında yaklaşık 200.000 Türk öldürülmüştür.
Büyük bir toplam oluşturan yazın birikiminde göç, savaş acısının ayrı bir izleksel yoğunluğu bulunan (örneğin “Bir Göçmen Kuştu O”, “Emir Beyin Kızları”) Ayla Kutlu’nun yeni romanı “Yedinci Bayrak-Urumeli’den İzmir’e” Türk yazınında kilometre taşlarından birini oluşturuyor.
“Yedinci Bayrak”ta anlatılan, bir Balkan-Türk ailenin kıyımlarla, göçlerle belirlenmiş acısı. Ne ki bu anlatılan dile gelmez acılar bir ailenin değil, çocuğuyla, yaşlısıyla, delikanlısıyla…milyonlarca insanın uğradığı kötülüktür.
Romanın başkişiliği Hasret’in Saraybosna’daki çocukluğundan yaşlı çağlarına değin yaşamına tanıklık ediyor okur. (Nehir roman da saymak yanlış olmaz belki.) Birçok olay iç içe. Hasret’in annesi Asiye kederli, mutsuz, giderek babaya, Eymir Ağaya yönelik öfke, nefret besleyen bir kadındır; başka bir erkeği sevmesine karşın kaçırılmış, zorla evlenilmiştir. Ne ki kocası, izleyen yıllarda onu tutkulu bir sevdayla, taparcasına sevmiştir.
Kocanın sevdası, dinginleşmesi kadının nefretini azaltmamıştır; pençesine düştüğü hastalıktan kurtulamamış, genç yaşta yaşamını yitirmiştir. Hasret adı çağrışımsaldır, bir yanıyla simgeseldir. Ananın her şeye, yaşamın her gereksinimine, zerresine “hasret” göçüşünün simgesi…
Hasret büyümektedir. Yeniyetmelik çağındadır. Uzaktan gelen Ali Sabir adlı bir delikanlı, Eymir Ağanın işlettiği değirmende çalışmaya başlar. Ali Sabir dürüsttür, ağırbaşlıdır; kendini yetiştirmiş bir kişidir. Yıllar sonra anlaşılacaktır ki Ali Sabir, Vidin’de önce babası Saltuk Çavuş’u; ardından, evde bulunmadığı bir anda anası Huri Kadın ile kız kardeşi Sacide’nin Bulgar çetecilerince öldürüldüğü kıyım sonrasında Saraybosna’ya gelmiştir; acılı bir insandır. (Kutlu, “Yedinci Bayrak”ın 133. sayfasında başlayan bölümde geriye dönüş tekniğiyle, Ali Sabir’in geçmişiyle okuru buluşturur.)
Hasret ile Ali Sabir birbirine sevdalanırlar. Evlenirler. Bir oğulları ile bir kızları olur; Alemdar ve Sacide. Sacide’nin, çocuk yaşta öldürülen kız kardeşinin adı olduğunu, Hasret o günlerde bilmez… Çok sonra öğrenecektir.
Yayılmacıların planları uygulamaya sokulmakta, koşullar gitgide ağırlaşmaktadır. Müslüman-Türk Osmanlı halkının “Nemçe” diye adlandırdığı Avusturya Saraybosna’yı işgal eder. İşgal, Osmanlıya kin biriktirmiş diğer unsurları, Hıristiyanları saldırganlaştırır. Müslüman Türkler her an tehdit altındadırlar. Hiçbir can güvenlikleri kalmamıştır. Göçmekten başka çareleri kalmamıştır.
Üsküp’te yeni bir yaşama başlarlar. Yetenekli Demir Ustası Ali Sabir işyeri açmakta zorlanmaz. Ne ki çok sürmez, kendilerini yeni kötülüklerin içinde bulurlar. Üsküp, devletler arasında yapılan anlaşmalardan hoşnut olmayan Arnavutların işgaline uğrar. Bu durumun aileye ağır bir etkisi daha olur; serseri Arnavutlardan biri Sacide’ye, dolayısıyla baba Ali Sabir’e sürekli baskı yapar. Ve bir akşam karanlığında Ali Sabir’e pusu kurar, öldürür.
Üsküp’te dostluklarını kazandıkları Mesut Çavuş, Süleyman Ağa, ardından Mesut Çavuş’un oğlu Askeri Hekim Feridun, Hasret’e ve çocuklara büyük destek olurlar. Onların Selanik’e göçmelerini yeni bir yaşam kurmalarını sağlarlar. İlişkilerini kesmezler. Selanik’te yeni bir yaşam demek ne değin doğru? Sacide, bir iş adamıyla evlenir. Babası gibi Usta Alemdar evlenir, oğulları olur. Ancak Selanik öyle bir salgın hastalıktan yıkıma uğrar ki eşi ve oğullarından birini kolera salgınında yitirir. İkiz kardeşler Namık ile Mithat dayanaktır, destektir. Bu arada Yunan da Selanik’i işgal etmiştir. Yine can derdi, açlık, yoksulluk, hastalık, göç yolu… Bu kez göç Edirne’yedir. Oysa Edirne de Bulgar işgaline girmekte, ardından Osmanlı ordusunca kurtarılmaktadır. Osmanlı denince, güç adına hiçbir varlık kalmamıştır. Savaştan kaçanlar, amaçsızlık, sarayın halkla hiçbir bağının bulunmayışı, yollardaki göçmenlerin açlığı, hastalığı, kırılıp ölmeleri… Durum gerçekten korkunçtur.
Hasret, Alemdar ve çocuklar dayanışa dayanışa İstanbul’a, oradan da Salihli’nin Caferli köyüne ulaşırlar. Devlet aileye, kaçan Rumlardan birinin toprağını vermiştir. Caferli’de çok iyi karşılanırlar. Biraz olsun soluk alacaklardır.
Mithat Çanakkale’ye, Namık ise Sarıkamış’a cepheye gönderilir. Gönderilirden zor anlaşılmamalı; “bayrak yere düşmesin” diye yurdu, son yurdu savunacaklardır. Alemdar da usta olarak Kurtuluş Savaşına katılır. Evde minik Salih’ten başka erkek yoktur. Yıllar böyle bir haber alamadan geçer. Mithat Çanakkale’den döner (yeniden gönüllü savaşa katılır) ama Namık’tan hiçbir haber alınamaz. Büyük taarruzun başladığı günlere gelinir. Yunan yakarak, saldırarak, tecavüz ederek kaçmaktadır…
Toprak öpülür mü? Evet, öpülür! Bunun anlamını ancak ve ancak özgürlüğün, bağımsızlığın, onurlu, gururlu yaşamanın gerçek insan yaşamı olduğunu bilenler bilir. Gömütü yaban topraklarda kalan Ali Sabir’in vasiyeti, kalıtı gibidir, kendi devletinin, bayrağı altında ölmek isteği. İşte “Yedinci Bayrak” adı buradan gelir. Onca göçten, acıdan, yitimden sonra kurtuluşun, dirilişin bayrağı altında ölmek! Ne olursa olsun, tüm güçlüklere karşın, yurdunun biricik insanısındır. Seni ikincil görecek, canına kastedecek bir güç yoktur. Son savaşınla iyi bir yönetim kurar, elbirliğiyle açlığın da sayrılığın da hakkından gelirsin. Toprak öpülür!
Tarihsel roman yazmak en zor çalışma alanlarındandır. Tarihsel gerçeklere ters düşmemeniz, kurguyla ölçülü bir birliktelik sağlamanız gerekir. Aynı zamanda romanınız, tarih kitabına dönüşmemeli. Ayla Kutlu, yine “Yedinci Bayrak”ta da ustalığını somutlaştırıyor. Sözkonusu dengeleri yetkince kuruyor.
Ayla Kutlu’nun özgün roman dili ve Türkçesi görkemli bir şölen. Öz Türkçenin ışıltısı, içtenlikli seslenişlerle dolu tümceler, sandıklara saklı olmaktan kurtarılmış sımsıcak sözcükler. Torun Salih’le İzmir’e doğru kaçışları, atları köpükler içinde Kuvayı Milliye süvarileriyle sarılış; özenle yapılmış ve saklanmış bayrağın süvarilere teslim edilişi, o bayrağı İzmir’de gönderde görmeleri, Hasan Tahsin… Anlatım, bir Balkan, bir Anadolu gergefindeki nakış.
İzmir göçülen yedinci ve son yerdir; yurttur. Tırmandığı ağacın üzerinden, Kuvayı Milliye atlılarının gelişini seslenen, muştulayan minik torun Salih, geleceğin; aydınlık, özgür, gönençli günlerin simgesidir.
Her toplum, her halk diğer halkların yaşadıklarını da bilip, yakıcılığını tininde duyduğu, duygudaşlık kurabildiği ölçüde birlikte yaşayabilir, başka toplumları anlayabilir; dolayısıyla yayılmacıların oyunlarına gelmekten kurtulabilir.
Özünde hiçbir halk diğerlerinden tümüyle ayrı değildir. Sevinçleri de benzer olaylaradır, kederleri de. Bakmayın kurnaz sömürücülerin yalan dolanlarına… Hiç mi hiç kulak asmayın…
Günay Güner
7 Nisan 2017