Bugün köşeyi günümüz İtalyan sineması kaptı.
İtalyan sinemasında 2. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru başlayan Yeni Gerçekçilik akımı sinema tarihinin en unutulmaz akımlarından biri oldu. Toplumun gerçeklerini, yarı belgesel bir teknikle, meslekten olmayan oyuncular aracılığıyla, sıradan insanın yaşamı üzerinden anlatan filmlerdi bunlar. Dönemin toplumsal ve ekonomik koşullarının acımasızlığını yansıtıyorlardı. Vittorio de Sica’nın 1950’de yaptığı Umberto D. filmi bu akımın ulaştığı doruk noktası sayılır. Film, az sayıda emeklinin maaşlarını protesto mitinginin polisçe dağıtılmasıyla başlar. O emeklilerden biri olan Umberto D.’nin ayakta kalma savaşımını, onu yaşama bağlayan en güçlü ilişkiyle, köpeğiyle ilişkisiyle, birlikte anlatır. Ekonomik çöküşün insanlığı da yok edişini etkileyici bir biçimde ortaya koyan bu film için de Sica, “Savaş kadar acı bir dönem olan savaş sonrasını, insanlar arasındaki iletişimsizliği anlattım” diyor.
İtalya, o savaştan bu yana ikinci büyük ekonomik ve toplumsal çöküntüyü 2008’de yaşamaya başladı. Görülüyor ki, ulusal gelirde düşüş ile bütçe açığı, kamu borçları ve işsizliğin artışıyla ortaya çıkan ekonomik krizin toplumsal ve bireysel yaşama etkisi İtalyan edebiyatına da, sinemasına da yansımakta gecikmemiş.
1966 doğumlu oyuncu ve yönetmen Ivano De Matteo, “Gli Equilibristi” (İp Cambazları) filminde küçük bir ailede görünüşte mutlu yaşamın nasıl bir debelenmeye dönüşebileceğini anlatıyor. Kaçamağının ardından evi terk etmek zorunda kalan ama sorumluluklarından vazgeçmeyi düşünmeyen gururlu baba Giulio, de Sica’nın Umberto D.’sini anımsatır. Gün be gün düştüğü ekonomik çıkmazdan kurtulma çabalarının bir aşamasında, devletin boşanmış babalara da ekonomik destek sağladığını öğrenir. Başvuru için gittiğinde, gerekli tüm koşulları karşılamadığını anlayacaktır: o Nüfus İdaresi’nde memurdur, destek alabilmesi içinse işsiz olması gerekmektedir. Orada karşılaştığı bir adamın dediği gibi, “Boşanmak yoksullara göre değil”dir. Film, ekonomik koşulların bireyi düşürdüğü açmazı etkileyici bir biçimde ortaya koyuyor.
Dilimize Ettore Scola’nın büyük filmi "Una giornata particolare"yi (1977) anımsatacak biçimde “Özel bir Gün” adıyla çevrilen Francesca Comencini’nin “Un giorno speciale”si (2012) yine Scola’nın filminde olduğu gibi bir kadınla bir erkeğin yollarının kesiştiği bir günü anlatıyor. Oyunculuk eğitimi almış genç kadın, uzak bir akrabası olduğunu söylediği bir milletvekilinden televizyonda iş bulma konusunda yardım istemeye gidecektir. Milletvekili, Roma’nın kenar mahallesinde işçi bloklarındaki evinden onu alması için şoförünü gönderir. Şoför, zar zor bulduğu işe o gün başlamıştır. Milletvekilinin işi uzadıkça sekreterinden şoföre kızı gezdirmesi için telefon gelir. Sonunda milletvekilinin odasına çıktıklarında akşam olmuştur… Francesca Comencini, krizin bireyler üzerindeki etkisini oldukça yumuşak ama güçlü bir biçimde yansıtırken kadının elinde güç olan erkek tarafından nasıl taciz edildiğini de ancak bir kadının anlatabileceği sarsıcılıkta anlatmayı başarıyor.
Burada sözünü etmeyi seçtiğim üçüncü film, 1962 Palermo doğumlu Daniele Ciprì’nin yine “sarsıcı” olarak niteleyeceğim filmi “È stato il figlio” (Oğlu Yaptı) ise kesinlikle sonuncu film olarak düşünülmemeli: 1970’lerin Palermo’sunda, hurdaya çıkmış gemilerin parçalarını söküp satarak iyi kötü geçinen kalabalık bir ailenin olaysız yaşamının nasıl bir trajediye dönüştüğünü anlatıyor. Aynı zamanda kameraman da olan Ciprì, filminin “grotesk” gerçekçiliğini görüntülerle destekliyor. Bu müthiş film için fazla söz söylemektense, “Görüldüğü yerde izlenmeli!” diyorum.
Son olarak, şunu sormadan edemiyorum: İtalya’nın yaşadığı son ekonomik kriz, dünya kültürüne İkinci Yeni Gerçekçi İtalyan Sineması’nı mı kazandırıyor?