Nicedir Ankara’da yeni bir opera yapımı izlemedim. Çünkü hep eskilerin yeniden sahnelenmesinden oluşan bir program vardı karşımızda. Onları zaten ilk sahnelemelerinde izleyip yazmıştım.
Burada “ilk”ten kastım, bir opera eserinin değişik bir rejisörün yorumu ve bu yoruma uygun sahne-giysi tasarımıyla “yeni yapım” olarak sunulmasıdır.
Sonunda bir “yeni yapım” olarak G. Puccini’nin La Boheme operası sahnelenmeye başladı . 3 Aralık’taki prömiyere, anıtsal piyanistimiz İdil Biret’in 75. yaş konseriyle çakıştığı için gidemedim. 7 Aralık akşamı, temsili Karacaoğlan operasının bestecisi, sahnelenmemiş başka operaları da bulunan değerli müzik insanı Yalçın Tura ile birlikte izledik.
Yazarlarımızdan Pınar Aydın D’Owyer, prömiyeri izleyip çok ayrıntılı bir yazı kaleme almıştı.
BİRAZ NALINCI KESERLİĞİ!
Ben, daha çok rejisör’ün “yapım”a bakış açısı, yorumu ve bunu ekibiyle bütüncül yansıtması üzerinde durmak istiyorum. Ama önce biraz “nalıncı keseri” gibi kendime yontayım! Bakın 2012 yılının Kasım ayında Andante’deki “Gençlerden Haberiniz Var mı?” sayfamda neler yazmışım:
“Hep kadın rejisörlerimizin azlığından yakınırız. Opera alanında Aytaç Manizade, Yekta Kara ilk akla gelen isimler. Evin Atik, İzmir ağırlıklı çalışıyor. Ankara'da genç reji asistanları var. Son günlerde İngiltere'de yerleşik olarak çalışan genç bir Türk kadınının, sahne yönetmeni olarak yıldızının parlayacağına yönelik işaretler var. İngiltere'deki Opera Magazine, Lark Rewiews gibi bu alanda itibarlı yayınlarda eğer bir genç yönetmen övülüyorsa, bu iyiye işarettir. Bilkent mezunu Aylin Bozok'un (d.1984) yönettiği, Grimeborn Festivali'nin açılış yapıtı olarak sahnelenen Puccini'nin Il Tabarro operasının çağdaş yorumu büyük başarı elde etti. Sahneye koyuşu, “içten ve yalın” olarak nitelendirildi. “Dar alanda büyük iş çıkardığı” vurgulandı.
Daha öğrenciliğinde sahnelediği yapıtlardaki başarısı, onun gelecek vaad ettiğini gösteriyordu. Nitekim 2008 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda Ayla Kutlu'nun “Mavi Saçlar, Pembe Gözler” adlı oyununu yönetme fırsatını iyi değerlendirdi. Sonra kariyerini Londra'da geliştirme kararı aldı. Royal Opera House ve Opera Holland Park'ta reji asistanlıkları yaptı. Il Tabarro, ilk opera rejisiydi ve küçük bir tiyatroda sahnelenmesine karşın büyük beğeni kazandı. Bozok sembolizm, sürrealizm ve eksistansiyalizmle ilgileniyor. Yeni opera repertuarı edinme çalışmalarının hedefinde R.Strauss, R. Wagner, G. Verdi, G.Puccini gibi besteciler var. Maeterlinck, Wilde ve Beckett oyunları da tiyatro için ilgi alanı içinde.
Daha 30 yaşına gelmeden, pişmeye çalışarak tırmanmaya başlayan Aylin Bozok'a, acaba bir opera yönetme olanağı Türkiye'de verilir mi? Niye olmasın? Buradan başta DOB Genel Müdürü Rengim Gökmen olmak üzere Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya ve Samsun operalarımızın yöneticilerine çağrıda bulunuyorum. Aylin Bozok'la temasa geçin, görüşün, uygun bir yapıt için sahneye koyma olanağı sağlayın...”
Evet, yıl 2016 ve Aylin Bozok, Puccini eseri sahneleme hedefine Il Tabarro’dan sonra ikinci kez La Boheme ile Ankara’da ulaşıyor. Çağrıma yanıtın sahnede verilmesine dört yıl sonra hangi yöneticilerin olumlu katkısı olmuşsa, kendilerine teşekkürlerimi sunarım.
ÖNCE KALİTE VE İNCE FİKİR
Yeni yapımlarla ilgili izleyici, müzik insanları, eleştirmenler genellikle ikiye ayrılıyor. Eski eserlere yeni yorumları “saçma ve yetersiz” bulan “klasikçiler” ile, her eserin çağdaş yorumla günümüze taşınmasından yana olan “yenilikçiler”. Bu iki kısma da dahil değilim, çünkü ister klasik olsun, ister çağdaş, yapım eğer “kaliteli” ise, ince fikirler taşıyorsa, bu iyi bir yapımdır. Bugüne kadar “yapımı ucuza mal etmek” kaygısının da etkili olduğu nice “çağdaş” yorumu, yurt dışında da, ülkemizde de gördük. İçlerinde “kalite ve ince fikir” anlamında başarılı olanlar, yarıdan azdır.
Bu bakış açısıyla, Puccini’nin La Boheme’ine rejisör Aylin Bozok’un getirdiği yorumun “bardağın dolu tarafı”nda yer aldığını söylemek gerek.
1900’lerin başında Paris’te geçen öyküyü burada tekrarlamaya gerek yok. Yoksul ve varsıl insanların birarada yaşadağı kentteki yaşam biçimini ve insan karakterlerinin farklılıklarına vurgu yapan bir “melodram”, yani “üzünçlü oyun” olan bu öyküyü, rejisör üzerinde hep düşündüğü simgecilik (sembolizm) akımının gereklerini yerine getirerek ve epik yöntemler kullandığı minimalist tercihlerle sahneye aktarmış.
La Boheme denilince akla gelen “Paris ihtişamı”nı sahnede göremiyor ama onun simgeleriyle karşılaşıyorsunuz. Örneğin 1900 Paris Sergisi’nin önemli simgeleri arasında yer almış balon ve zeplinler, tüm dış sahnelerde mekânın hangi kent olduğunu vurguluyor. Rodolfo’nun soğuk çatı katı odası ile dış mekânlar, tekerlekli-katlamalı yöntemle yalın bir dekorla çözümlenmiş. Ünlü “Cafe Momus” bile bir duvarın dibindeki birkaç masa ve iskemleden ibaret. Sahnenin genel havası ve bu dekor, bizatihi bir “yabancılaştırma efekti” görevi de yapıyor.
Talat Ayhan’ın uyguladığı kirli buz ve küf yeşilinin karışımı renk egemenliğindeki sahne, hem olayın eskiliğini, kahramanların yoksulluğunu, hem de dünyanın geçiciliğini vurguluyor. Sahnenin bütününü kocaman bir mezar gibi düşünmek bile mümkün.(Bunlar benim çıkarsamalarım, rejisör ne düşündü bilemem!) Bu genel havayı, aynı ton renklerin egemen olduğu Gazal Erten’in tasarımı giysiler bütünlüyor. Fuat Gök’ün ışığı bu sahne havasının yeterli algı yaratmasına katkıda bulunuyor. Tahminim, rejisör ne istediğini tasarımcılara çok iyi ve açık biçimde anlatmış, onlar da bunu iyi algılayarak bu görselliği hazırlamışlar. Eğer bu tahminim doğruysa, “iyi ve doğru iletişim”in olumlu sonucunu almışız demektir.
ÖN PLANDAKİ İKİ KARAKTER
Rejisör öyküyü, iki karakteri ön plana çıkararak anlatıyor. Dört bohem arkadaştan yazar olan Rodolfo ile oyuncakçı Parpignol. Bu ayrımı onları, tüm diğer karakterlerden çok farklı giydirterek yapıyor. Ayrıca, eserin orijinalinde sadece bir sahnede görünen oyuncakçı Parpignol’u, neredeyse eserin tamamında kullanarak, ona “mimiksel anlatıcı” ve “canlı yabancılaştırma efekti” görevi yüklüyor. Aslında eserdeki “simgelerin simgesi” Parpignol. Elindeki eski saka kuşu kafeslerini andıran simgesel oyuncak kutusu da, aslında yaşadığımız Dünya... Yıl 1900 de olsa, 2016’da olsa, insan mayasında bulunan iyilik ve kötülükler, yüksek ve yanısıra pespaye duygular aslında değişmiyor. Hepsi o kutunun içinde. Eserin sonunda Mimi’nin ölümünü sahnede bulunanların dramatik finalinden hemen önce şapkasını çıkararak ölüye saygı duruşuna geçmesiyle, Parpignol, “mimiksel anlatıcı” görevini de sonlandırmış oluyor.
Rejisör’un yaklaşımı, dinleyiciyi eserin içine sokmak yerine, dışında tutarak hissettirmeyi amaçlıyor. İnsanın dış görünümü ve yaşamı ile iç dünyası arasındaki karşıtlıkları vurguluyor.
Tüm bu özellikleriyle sahnelemeyi “kendi türünde” yani “çağdaş yorum” olarak çok başarılı buldum. Aylin Bozok’u kendisinden beklentilerimizi boşa çıkarmadığı, henüz 32 yaşındaki bir rejisör olarak kendini ve eskinin eserlerine yaklaşımını çok daha geliştireceğini umuyorum.
Temsili birlikte izlediğim Yalçın Tura’nın ne düşündüğünü merak ederseniz, operada sıkı bir klasikçi olarak sahne yorumu hiç beğenmedi. Ama yaklaşımı bu esere özgü değil, çünkü diğer operalarda yapılan benzer uygulamaların da doğru olmadığını düşünür. Orkestra ve şarkıcıların etkinliğini ise genel olarak beğendi.
ORKESTRANIN HÂRİKA TINISI
Temsilin diğer ögelerine gelince, önce şef Alessandro Cedrone ve bu eserde başkemancılığını Deniz Aydın’ın yaptığı Ankara Devlet Opera ve Balesi Orkestrası’nı kutluyorum. Salonun akustik koşulları nedeniyle herkes aynı biçimde duymamış olabilir. Beşinci sıradan, müziği tüm nüanslarıyla dinledim. Nereyse plak gibi çaldılar. ( Plak gibiden kasıt, stüdyoda yapılan, hatalı yerlerin yeni baştan çalındığı ve sonra en iyi bölümlerin montajının yapıldığı kayıttır. Canlı etkinlikte, her orkestrada mutlaka ufak tefek hata ve kazalar olur.) Mikhail Iskrov’un hazırladığı koro ile Ayşegül Erşahin’in hazırladığı çocuk korosu orkestranın yüksek etkinliğine uygun düzeydeydi.
İzlediğimiz kastta Rodolfo’yu artık rahatlıkla “uluslararası tenorumuz” diye nitelendirdiğimiz Murat Karahan oynuyordu. Sözü uzatmaya gerek yok, neden Avrupa ve Baltık ülkeleriyle Rusya’dan sürekli davet aldığını sahnede sesiyle kanıtladı bize. Oyuncakcı Parpignol’de de Burak Pektaş’ın nasıl bir mimik ustası olduğunu gözledik. Mimi’de deneyimli soprano Feryal Türkoğlu, alışık olduğu alkışı gene dinleyiciden aldı. Ressam Marcello’da bariton Serkan Kocadere, sesi ve fiziğiyle yakıştığı rolünde başırılıydı. Hafifmeşrep görünümlü Parisli Kız Musetta’da soprano Aslı Kıyıcı belki ilk kez bu rolü oynamanın heyecanıyla ilk aryasında biraz ton sorunu yaşamakla birlikte, görevini yaptı. Ancak sahne olarak yeterince “koket” ve “şirret” olamadı. Bu belki de rejisörün tercihiydi. Schaunard’da bariton Çağdaş Koçak, Colline’de Can Kocaay görevlerini yaptılar. Musetta’nın zengin aşığı Alcindoro’da genç Yiğitcan Tatlıoğlu, iyi bir tipleme çıkardı. Kast listesini tamamlamak bağlamında muhafızlarda Fatih Özkaya ile Erdem Kapusuz’un yer aldığını da belirtmeliyim.
SANATÇI VE YAŞAM...
Sanatçının kendi özel koşulları ne olursa olsun, sahnede görevini en iyi biçimde yapmaya çalıştığının bir örneği 7 Aralık temsilinde yaşandı.
Arada ADOB Müdür Vekili Metin Turan ile Başrejisör Vekili Mithat Karakelle’yi telaşla sahne arkasına koştururken gördüm. Meğer eski TBMM başkanlarından duayen siyasetçi İsmet Sezgin’in ölüm haberi gelmiş ve yeğeni Murat Karahan duyup da etkilenmesin diye sahne arkasına koşarlarmış. Ama ulaştıklarında Murat’ı haberi almış ağlarken bulmuşlar. Mimi’nin ardından sahnede ağlamadan önce sanatçının kuliste kendi acısına ağladığını düşünebiliyor musunuz? İşte, Parpignol’un oyuncak kutusunda her şey oluyor. Yaşam böyle bir akıntı...
Şefik Kahramankaptan
8 Aralık 2016, Ankara