Bugün köşe Şükrü Temel’in…
Geçmiş bayramınız kutlu olsun! Bayram öncesinde ya da bayram sürerken kutlayamadıklarımızı, bayramdan sonra karşılaşınca böyle kutlamayı biraz garipsemişimdir.
Dil bayramlarında yazmak hep içimden geçer de yakınmak istemediğim için cayarım.
Çok sevgili bir dostum, can kardeşim Şükrü Temel, şu günlerde ağır sağlık sorunları yaşıyor. TRT’nin gördüğü en iyi metin yazarlarından olan Şükrü’nün Türkçe’siyle, geçmiş Dil Bayramı’nı kutlamanın uygun olacağını düşündüm.
Aynı kurslara girip aynı dönemde TRT’de program yapımcılığına başlayanlar, birbirlerinden “tertip” olarak söz ederler. Biz de Şükrü’yle “tertip”tik. Dış Yayınlar Dairesi’ne prodüktör (program yapımcısı) sınavı açılırken adaylarda aranan başlıca özellikler, 30 yaşından küçük ve üniversite mezunu olmaktı. On dokuz kişinin işe alınacağı sınava son gün başvurduğumda, aday sıra numaram ya 715 ya da 517 idi.
Test yöntemiyle yapılan genel kültür sınavına Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nde girmiştik. Sınavda, “D grubu ressamları” ile “ikinci yeni şiiri” üzerine sorular geldiği kalmış aklımda. Bu sınavı geçenler TRT’de “mülâkat”a çağrıldılar. Bana ne sorduklarını unuttum, ama benden önce “mülâkat”a giren bir adaya sordukları soru ile onun verdiği yanıt aklımdan çıkmadı: Neler okuduğunu sormuşlar; o da Türkçe okumadığını, İngilizce roman okumayı yeğlediğini söylemiş. O adayı bir daha görmedim.
“Mülâkat”larda da başarılı olanlar, prodüktörlük kurslarına katılmaya hak kazanmışlardı. Kurslara katılanların sayısı otuzu bulmuyordu. Daha önce bir iş yerinde çalışmaya başlamış olanlar bile yeniden öğrenci havasına girmişti. Hepimiz aynı yaşlarda, özgüvenli, umutlu, neşeli gençlerdik. Metin yazarlığı derslerimize Turgut Özakman geliyordu. Türk Sanat Müziği ile Türk Halk Müziği konularında da derslerimiz vardı.
Üç ay süren kursların sonunda yazdığımız programlara göre değerlendirildik. Aslında tüm arkadaşlar, bilgili ve yetenekliydi. Bazıları, sivri dilli oldukları için dışarda kaldılar.
Şükrü ile ben işe başladıktan iki yıl sonra, 12 Eylül, birçok arkadaşımızı TRT dışına savurdu. Beni Türkçe yayınlardan Yabancı Dil yayınlarına aktardılar. Yıllar sonra, programlarımız hem yabancı dillerde, hem de Türkçe yayınlanmaya başladı.
Şükrü Temel’in programını yabancı dillere çevirenler; Türkçesini seslendirenler ve metinlerini ilgiyle okuyan, dinleyen biz programcılar; onun diline, anlatımına hayrandık. O ise, yapılanın bire bin katılarak sunulduğu dünyamızda, işini çok iyi ama sessizce yapanlardandı. Bir program dizisinde, karış karış gezdiği Anadolu’nun toprağını, suyunu, insanını, söylencelerini, ören yerlerini, tarihini birkaç “çizgi”yle anlatmıştı. O güzelim metinlerin radyoda yayınlandıktan sonra uçup gitmesine gönlüm razı değildi. Kopyalarını çıkarmış, saklamıştım. Bugünlerde sayısal ortama aktarıyorum.
Geçmiş Dil Bayramı’mızı Şükrü Temel’in 12 Ekim 1998’de yayınlanan Çizgi programının metniyle kutluyorum:
“Melih Cevdet’in “Şiirler” adıyla yayımlanan kitabından aklımda kala kala bir tek dize kaldı: “Taze bir yaprak…”
Kitabın -yanılmıyorsam- seksen üçüncü sayfası bu üç sözcüğe ayrılmış. “Taze bir yaprak” sözü şiirde geçmediğine göre, dize sayılmaz; kitapta bölüm olmadığına göre, bir bölümün başlığı da değil. Öyleyse ne?...
O üç sözcükle birlikte bu soru da yer etti belleğimde. Sözünü ettiğim kitap yayımlanalı yirmi yıl oldu neredeyse. Kitabı satın aldıktan sonra, karıştırırken seksen üçüncü sayfada kalakalmıştım. “Taze bir yaprak!” Ne demek istiyor Melih Cevdet?
Bir arkadaşım, -dopdolu bir sayfayı baştan sona okuyormuş gibi- o üç sözcüğe uzun uzadıya baktıktan sonra:
“Saçma” demişti. “Ben bir anlam veremiyorum.”
İşin kolayına kaçıyordu arkadaşım; üstelik, anlayamadığını saçma sayarak yetersizliğini ozana yüklemiş oluyordu.
Başka bir arkadaşım da:
“Melih Cevdet’e sor, belki o bilir!” demişti.
Öyle ya, o üç sözcüğün nasıl yorumlanabileceğini, onca seçilmiş şiir içindeki işlevini olsa olsa yazan bilir. Ama, Melih Cevdet’i arayıp da “taze bir yaprak”ın ne demek olduğunu sormayı düşünmedim. Sorsam ne çıkar; şiir anlatılır mı? Biliyorum ki, doğa, ozanlar için bitmez tükenmez bir esin kaynağı. Bugüne değin, sözgelimi “çiçek” üstüne kaç şiir yazıldı, kim bilir! Taze bir yaprak, neler neler çağrıştırır duyarlı bir insana…
Yeşilırmak vadisindeyim. Yolculuk Amasya’ya…
Bozkırdan inip vadiye girince şaştım. Yeşilırmak, Karadeniz’e doğru, yüzlerce kilometre uzunluğunda, yemyeşil bir şerit oluşturuyor. Orada, toprak, Çukurova’nın toprağı gibi dipdiri, alabildiğine verimli. Az çok tanıyorum o yöreyi. Amasya’dan çok gelip geçtim. Ama, o vadiye her girişimde şaşkınlığa düşüyorum: kendime de şaşıyorum!
Yol üstündeki köylerde sebze, meyve satanlarla karşılaşıyorum. Geçip gidilecek gibi değil; duruyorum bir bahçenin yanında…
Meyveler göz alıcı. Görünürde kimse yok.
“Buyurun!” diye sesleniyor biri.
Bahçeye giriyorum. Adam, üç taştan bir ocak kurmuş; odunları da yerleştirmiş, tutuşturmaya uğraşıyor. Yaklaştığımı görünce, saçı başı kül içinde, ayağa kalkıyor. Selamlaşıp tokalaşıyoruz.
“Biber kızartacağım” diyor. “Günüm burada geçiyor. Ev yakın ya, yemek için eve gitmeye ne gerek var? Otur, beğenirsen sen de yersin. Benim adım Kemal, seninki ne ağabey?”
Adımı söylüyorum. Şeftali ağacının dalına asılmış bir bağlama ilişiyor gözüme.
“Sen mi çalıyorsun?”
“Yeni başladım” diyor Kemal; “Yaşım kırk olmadı daha!” Gülüyor. Ben de gülüyorum. Kemal, ocakla uğraşmayı bırakıp bağlamayı daldan indiriyor, oturup bağdaş kuruyor; başlıyor çalıp söylemeye: “Bir yiğit gurbete gitse / Gör başına neler gelir.” Sözümona çalıp söylüyor ya, ne ses var Kemal’de ne de “kulak”; ama belli ki, bağlama tıngırdatarak oyalanıyor, eğleniyor kendince. Güldüğümü görünce, sazı bırakıp o da gülmeye başlıyor.
“Ağabey, istersen bir de Kayseri havası çalayım…”
Gel de gülme! Kemal, kırk yıllık dost gibi görünüyor gözüme. Elmalar daha kırmızı, ayçiçekleri daha parlak, yapraklar daha yeşil görünüyor.
Melih Cevdet’in kitabındaki o üç sözcüğü anımsıyorum yine…
Taze bir yaprak!”
MİNA TANSEL
30 Eylül 2020, Ankara