Bugün köşeyi neyin kaptığına okurlar karar verecek.
Anadolu’nun bağrında Kurtuluş Savaşı’nın yürütüldüğü merkez olan küçük Ankara kenti başkent olarak ilân edilirken yepyeni bir ruhun, bir yeniden doğuşun simgesi olacaktı. Başkent Ankara, Cumhuriyet’in getirdiği çağdaş, bilimci, ulusun kültür kökenlerini araştırıcı bakış açısını somutlaştıran, görselleştiren bir kent olarak tasarlanacaktı.
Bu tasarımın gerçekleşmesinde yabancı uzmanlardan yararlanılması gerekiyordu; çünkü Osmanlı’nın son döneminde askeri okuldan ayrılma bir mühendis mektebi vardı, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde mimar da yetişiyordu, ama ilk mimarlarımızdan Mimar Kemalettin bile “Mimar” Kemalettin olmak için Mühendis Mekteb-i Alisi’ni bitirdikten sonra Almanya’da mimarlık okumuştu. Kısaca, Cumhuriyet dönemine gelindiğinde elde Osmanlı’dan kalma asker, sivil bürokrat vardı ama ne yeterince mühendis vardı, ne mimar, ne de şehirci… Bu nedenle Atatürk, Fransa’dan, Almanya’dan şehirci getirtmişti İstanbul’la Ankara’nın düzenli gelişmeleri için… Ünlü mimar ve şehirci le Corbusier, bu arada Atatürk’ten İstanbul’u planlama görevini istemiş, olumlu yanıt alamamış; besbelli, Mustafa Kemal, “dünya uygarlık tarihinin bir özeti” olarak nitelediği bu şehri onun gibi öncü tasarımları olan birine emanet edememiş. Nitekim, yıllar sonra le Corbusier, “belki İstanbul değil de Ankara’nın planlanmasına talip olsaydım, kabul ederdi” diyecekti.
Yeni başkentin (binalarının, heykellerinin) yapımında Alman, İsviçreli ve Avusturyalı mimarların çağdaş tasarımlarıyla görev aldıklarını biliyoruz… Örneğin, Holzmeister’ın yaptığı binalar arasında TBMM binası ile Çankaya Köşkü, Bruno Taut’un işleri arasında Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ile Atatürk Lisesi, Ernst Egli’nin tasarımları arasında şimdi yoz bir onarımla belediyeye dönüştürülen Devlet Konservatuarı binası ile Siyasal Bilgiler Fakültesi var. Söz konusu yabancı mimarlar, yeni bir başkentin kuruluşuna katkı yapmayı pek çoğu meslek gelişimleri açısından ilginç bir deneyim olarak görmüş; bazıları da Nazilerin iktidara gelmesinden sonra Almanya’dan uzaklaşmanın bir yolu olarak değerlendirmişlerdi.
Yeni başkent için tasarlanan ama bir türlü gerçekleşemiyen yapılar arasında önemli bir kurumun bulunduğunu mimarlık tarihçisi Pelin Gürol Öngören’den öğreniyoruz: Ankara Kalesi’nin doruğuna oturtulacak bir Milli Müze ya da Hitit Müzesi…
Hititlerle ilgili araştırmalar için çağrılan Yakın Doğu arkeolojisi uzmanı Eckhard Unger’in tasarladığı Müze, dikdörtgen bir avluyu çepeçevre saran birbirine bağlı üç yapıdan oluşuyormuş: bir kütüphane, bir müze, bir de bilimler akademisi… Müze’nin mimari projesini Arnold Ernst Egli hazırlamış. Proje, bugün de ileri görüşlülüğü, eklerle genişleyebilmeye açık olması, bu toprakların kültür birikimiyle kurduğu bağ ve ayrıntılardaki özeniyle hayranlık uyandırıyor; ama böylesi bir binanın Ankara Kalesi’nin doruklarında yer alması nedeniyle ona giden yokuşların geniş bir caddeye dönüşmesi planı karşısında duraksıyorsunuz. Cumhuriyet yetkililerinin önceleri pek hevesli oldukları bu projeyi hayata geçirmede duraksama nedeniyse farklı: 1930’ların parasıyla 1,5 milyon liralık bir maliyet öngörülüyor. Genç Cumhuriyet’in parasal olanakları ise ortada…
Sonunda Ankara Kalesi’ne çıkan yol üzerindeki Kurşunlu Han olarak da bilinen, Fatih’in paşalarından Mahmut Paşa’nın 1421’de yaptırdığı han ile bedesten Hitit müzesine dönüştürülüyor: Anadolu Medeniyetleri Müzesi adını alıyor. 1938-1948 yılları arasında -II. Dünya Savaşı’nın yokluk yıllarında- süren bu başarılı dönüştürmenin toplam maliyeti ise yalnızca 500,000 TL.
Neye niyet, neye kısmet?
İlk niyet müze, kütüphane ve bilimler akademisini içeren görkemli bir yapıyı şehrin en önemli noktalarından birine yerleştirmek, böylece Cumhuriyet’in bilime ve kültüre verdiği önemi görselleştirmek iken yalnızca bir müze kurulmasıyla yetinilmek zorunda kalınıyor. Neyse ki, Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi bugün ülkemizin en iyi düzenlenmiş, en özgün müzelerinden biri olmanın haklı gururunu taşıyor… 1997’de Avrupa Yılın Müzesi ödülünü aldı.
İlk başta müzeyle birlikte hayata geçirilmesi tasarlanan Milli Kütüphane ile Milli Akademi’nin kuruluşu için ise daha epeyi beklemek gerekti. Milli Kütüphane ancak 1948’de halka açıldı. Türkiye Bilimler Akademisi’nin ise kuruluş tarihi 1993!...(Bu kurumların şimdiki durumlarını ise herkes biliyor.)
Fazla söze ne gerek var? İyisi mi, şiire sığınalım yine. Ankara sevdalısı şairlerimiz Abdülkadir Paksoy’la Ümit Sarıaslan’ın BAŞAK ve ASMA (Ankara Güzellemesi) kitabından aktaralım:
“(….)
Sahi siz hiç Kale’ye çıktınız mı
Kale’den aşağıya bakarken
Süzüldünüz mü Rasattepe’ye doğru
Bir Hitit kartalı gibi
Karşılaştınız mı orada Yıldırım Beyazıd’la
Kaleiçi’nde oturur
Hala içine sindiremediği için Timur’un yengisini
Ucuz Çubuk şarabı içer akşamları
Tarihi eser sayılan gecekondusunda
Eğer Ankaralı iseniz
Görmüş olmalısınız Kale’den
Göğe salınmış çapasını çekerken
Güzel kulaklı Kral Midas’ı
Ya Anadolu Uygarlıkları Müzesi
Nasıl gülümser gördünüz mü
Elli bir yılı kucaklayan dünkü bedesten
Geçtiniz mi tarihin köprüsünden
Gürül gürül akarkan altınızdan zaman ırmağı
İnip yüzünüzü yudunuz mu bir kıyısında
İşte tarih bu, derken
Ayırtına vardınız mı gençleştiğinizin
Bir günde elli bin yıl birden
(….)”
MİNA TANSEL