329,330,331.
Bu rakamlar, sanat kurumlarıyla ilgili yeni kararnamenin madde numaraları değil. Sultan Abdülaziz'in Bayreuth Operası'nda satın aldığı üç koltuğun numaraları. Ünlü besteci Wagner'in, opera binasının tamamlanabilmesi için Avrupa'nın tüm Hükümranlarından yardım isteyen mektuplarını hangi soylular olumlu yanıtladı bilmiyorum ama Abdülaziz'in üç bin altınlık bir destekle sembolik olarak üç koltuk satın aldığı biliniyor.
Abdülaziz aylar süren Avrupa gezisinde izlediği konser, opera - bale ve tiyatro eserlerini ve onların sahnelendiği yapıları çok beğenmişti. Wagner'in çağrısına olumlu yanıt vermesi doğaldı.
Daha sonra Abdülhamid Han, Bayreuth'e gidip opera izlemedi ama İstanbul'a gelen kumpanyaları Tepebaşı’nda izlediği biliniyor. Son yıllarda çokça yâd edilen Abdülhamid, Hacı Arif Bey kadar Verdi'yi de çok seviyordu. Hattâ La Traviata'dan "Libiamo ne'lieti calici" aryasının 1. keman notalarını Mösyö Paul'den öğrendiği kemanıyla çalıyordu. Özellikle ünlü dansçı Sarah Bernard'ı beğenirdi ve bir keresinde temsilin sonunda öldüğü için izlemek istemeyince sonraki gelişinde Sarah Bernard finali değiştirmeyi tercih etmişti. Tıpkı sonunda ölmesini izlemek istemediği için, sarayda oynanan Giselle'in finalinin değiştirilmesi gibi!
Cumhuriyet'in Kurucu Kadroları'nın kültürel yapısını Osmanlı'nın üst yapısını oluşturan kadroların kültürel yapıları besliyordu. Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ve yoldaşları Suriye topraklarında acımasız kanlı çarpışmaların bir nefeslik molasında taş plaktan opera dinliyor, çağın düşünce geliştirici kitaplarını okumayı ihmal etmiyorlardı.. O genç askerleri yetiştirenler Osmanlı İmparatorluğu'nun aydın kültürlü öğretmenleriydi.
Yâni sanat kurumlarımızın gerekliliğini, tartışılır varlıklar olarak görmenin tarihsel ve düşünsel alt yapısı yoktur. Ancak son yıllarda böyle bir düşünce zaman zaman uç veriyor, özellikle bu kurumların tüketicisi olan geniş kitlelerde endişe bulutlarının gölgesini eksik etmiyor.
Perşembe’nin Gelişi Çarşamba’dan Bellidir!
Bence önemli olan buraya nasıl gelindiğidir. Demokrasi kültürünün, yani özgürce düşünüp sanat diliyle ifade etmenin koşulu olarak seyircisinin düşünsel ve estetik düzeyini geliştirecek, aydınlatacak, tartıştıracak, ulusal ve evrensel değerde yapıtlar üretmek; bir sanat kurumunun ilk ve vazgeçilmez görevi. Ödenekli kurumlarda bunun bir başka koşulu da siyasal iktidardan olabildiğince bağımsız, özerk bir yapılanmayla çalışmak.
Devlet Tiyatroları'nın dünyanın hiçbir yerinde örneği görülmemiş bir yapılanmayla, merkezden yönetilen heyula yapısının dönüşümü için, sanatsal özerkliğin , repertuvar özgürlüğünün, özgün yaratıcılığın önünü açacak nice savaşımlar verildi yıllardır.
Bu doğrultuda yapılan birçok çalışma sonuçlanamadan kaldı. 1990 Yılında başlatılan yerinden yönetim anlayışıyla oluşturulan demokratik yapılanma daha sonraki yıllarda sahiplenilmedi, yine merkezi yapılanmaya dayalı dönüşümler arandı. Oysa tüm bölgelerden oyuncular, teknik elemanlar, idari görevliler ve yönetmenlerden seçilerek gelen temsilcilerle deneyimli hukukçu ve idari uzmanların katılımıyla sürdürülen uzun çalışmalarla bir yasa hazırlanmıştı. Bu çalışma öncesi Avrupa ülkelerinin ödenekli sanat kurumlarından getirtilen yasal düzenlemeler incelenmiş ve yararlanılmıştı. Çeşitli engellemelere karşın yasa taslağı hazırlanıp TBMM'ye ulaştırılmış ancak süresi dolmadan yenilenen seçimler nedeniyle kadük olarak Meclis'in arşivine yollanmıştı. Sonra gelen yönetimler bu çalışmayı yasalaştırmak yerine başkaca yasa çalışmalarına yönelmiş ve hiçbiri sonlanma şansı bulamamıştır.
Sanat Kurumu’nda belki de kaçınılmaz olan kişisel çekişmelerin arasından sızan tarikatçıların dolaşabildiği koridorlarıyla, 1990 yıllarında yapılan düzenlemeden sonra ekonomik bir destek görmeyen sanatçı kadrolarının -özellikle opera bale kadrolarında- çoğunlukla sözleşmeli geçici insan ögesiyle yer değiştirdiği sahneleriyle, telif hakları nedeniyle sahnelenecek oyunlarla ilgili kulis bilgileriyle yaşam savaşı veriyor kurumlar.
Bu kurumların gerçek sahibi seyircidir.
Bu kurumların Cumhuriyetin o güzel insanları tarafından , askerinin ayağında doğru dürüst postal olmadığı yıllarda kurulmuş yapılar olduğunu unutmayarak ve kuşkusuz çağdaş aydın bir seyirci kitlesi yaratmayı amaçlayan o saygın çabayı saygıyla anarak sahiplenmeyi sürdürmeliyiz.
GÜLŞEN KARAKADIOĞLU
26 Temmuz 2018