Bugün köşeyi bir arkadaşım kaptı:
Köşe kapmaca onun için ne ki?
O milli takımda voleybol oynamış İlter Gülsen Ayata…
Cemil Meriç ne güzel söylemiş: “Hatıra, tarihe poz vermektir” demiş. En iyi görüntümüzü vermek oluyor anı yazmak… Anıların öznel olmalarında yadırganacak bir durum yok; gerçekleri gizleyen, değiştiren anıların panzehiri ise herkesin oturup kendi anılarını yazması olsa gerek…
Aslında, herkesin hayatı roman- yeter ki bir yazarı olsun…
Çocukluk anılarınınsa anılar içinde özel bir yeri var. Onlarda her okur kendi çocukluğundan bir duygu, bir yaşantı parçası bulabiliyor. Adnan Binyazar, “Çocukluk bir dev masalıdır. Masalı bozulmuş çocukluk neyse masalını yitiren dev de odur. Birbirlerini yitirdiklerinde çocukluk devin, dev çocukluğun büyüsünü bozar. Büyüsü bozulan çocuk ise yaşamı boyunca masalını arayan bir dev gibi savrulup durur” diyor.
Bizim yazınımızda türlerinin klasikleri sayılacak Adnan Binyazar’la Aziz Nesin’in anılarını hem çocuklar hem büyükler okumalı, diye düşünüyorum. Adnan Binyazar, anılarını Masalını Yitiren Dev adı altında yazmıştı. Daha sonra, Günışığına Yolculuk adıyla kendi çocukluk anılarından izler taşıyan iki ciltlik bir çocuk romanı (1- Kaçış, 2- Varış) yazdı. Aziz Nesin’in Böyle Gelmiş Böyle Gitmez adıyla yayınladığı anılarından çocuklar için seçilmiş bölümlerse Ben de Çocuktum adıyla yayınlandı.
Dönüp dönüp okumak istediğim çocukluk anılarından bir ikisine daha değinmeden geçmeyeyim:
20. yüzyıl sonunun en önemli aydınlarından birinin, Edward Said’in, Kudüs’te, Kahire’de ve Lübnan’ın dağlarından sonra ABD’de süren çocukluk ve gençlik anıları (Out of Place) bu yakınlarda Türkçe’ye çevrildi: Yersiz Yurtsuz dokunaklı, sarsıcı, aydınlatıcı...
Yine kimlik sorununu bir çocuğun gözünden çok etkileyici bir biçimde anlatan İrlandalı yazar Hugo Hamilton’ın anılarının (The Speckled People) Türkçe’ye çevrilmesinin neden bu denli geciktiğine şaşıyorum; ülkemizde büyük ilgi göreceğini sandığım kitabın Türkçesini sabırsızlıkla bekliyorum.
Sevgili İnci Gürbüzatik’in anı romanı Misket, eski Ankara’yı, eski Ankara’daki toplumsal yaşamı, içtenlikle anlattığı çocukluk anılarıyla birlikte sinema görselliğinde beynimize ve yüreğimize işliyor.
Gelelim Köşe Kapmaca’nın bugünkü sahibine… Hava subayı bir baba ile ilkokul öğretmeni bir annenin on parmağında on marifet olan kızı İlter Gülsen Ayata’nın son marifeti oturup anılarını yazmak olmuş: “Kalbime Dokundum” adlı kitabında, enfarktüs geçirmesinin sonrasında ve öncesinde yaşadıklarını, geçmiş hastane anıları ve çocukluk anılarıyla harmanlıyor. Giacomo Leopardi’nin “çocuklar hiçliğin içinde her şeyi bulurlar” sözünü doğrularcasına şaşırtıcı ayrıntılarla bezeli çocukluk gözlemlerini aktarıyor.
Kitaptan bir anıyı, biraz keserek, paylaşıyorum:
“(…..) bir erken bahar günü annem salonun büyük penceresi önünde sedirin üstüne oturmuş dikiş dikiyordu. Aslında yeni bir şey değildi diktiği. Ona hep çok yakıştığını düşündüğüm bir yeşil dökarı vardı, işte onu ters yüz edip yenilemeye çalışıyordu. Önce tek tarafı kırılmış bir jiletle dikişleri ince ince ve dikkatlice sökmüş, parçaları tek tek ıslak tülbent ve kömür ütüsü ile sıkıca ütülemişti. Şimdi de parçaları tersyüz ederek tekrar birleştiriyordu. İşte o, bu işi yaparken ben de oturduğu yerin ucunda gazete okuyordum. Gazetenin sağ alt köşesinde bir karikatür vardı. Dikkatlice bakmıştım. Yüzü kukuletasının karanlığında kalmış olan Azrail, elinde tırpanı ile yatakta yatan bir adamın ayakucunda duruyordu. Karikatürün altında da “Kızıl Komünist Stalin öldü” yazıyordu.
O sırada Stalin’in ölümü değil de adını sıkça duyduğumuz Azrail’in görüntüsü beni daha çok ilgilendiriyordu. Birden annemin dikmekte olduğu parçalar arasında Azrail’in sivri kukuletasına benzeyen bir parça gördüm, bu dökarın yakası idi. Uzanıp aldım ve işaret parmağımın ucuna geçirdim. Durumu karikatürle bağdaştırmaya çalışarak “Ben komünistim, ben komünistim!” diye elimi kendi yüzüme doğru çevirdim. Öyle ya, parmağımın ucunda Azrail’in kukuletası, ölecek bir de komünist lazımdı. Eğleniyordum…
Birden annemin yerinden fırlayarak üzerime yürüdüğünü ve “Sen ne dedin, ne dedin bakiiimmm?” diyerek suratıma sağlı sollu iki tokat patlatmasıyla neye uğradığımı bilemedim. Ne kusur ettiğimin ayırdına varamadan ve yüzümde patlayan tokatların nedenini kavrayamadan bir de çekiştirile çekiştirile götürüldüğüm mutfakta ağzıma doldurulan acı kırmızı biber, suçumun ciddiyetini ortaya koyuyordu. Annem bir yandan, “bir daha duyarsam kemiklerini kırarım senin. Aklının ermediği şeyleri diline dolarsan dilini koparırım” filan gibilerinden söylenip duruyor, onca yaptıklarından sonra bile kızgınlığı geçmemiş görünüyordu.
Bense yanaklarımda tokadın, dilimde biberin tutuşturduğu yalazlarla yanıyordum ve haksızlığa uğradığımı düşündüğümden kesinlikle ağlamıyor ama içimdeki öfke dalgalarını nasıl bastıracağımı bilemiyordum. Yüzümdeki tek hareket sinirimden titreyen dudaklarım ve gözlerimde yanan isyan parıltılarıydı.
Orada öylece duruyordu. Bir iki yutkunup tüm cesaretimi topladım ve elimi karikatürün üstüne koyarak, “Gazetede yazıyordu, onları da dövecek misin?” diye sordum kırık bir sesle. Annem, belki de gösterdiği ani tepkinin aşırılığını anlayıverdiğinden o birkaç dakika önceki öfkesinin tersine sabır ve kırgınlık dolu bir sesle,
“Kızım, bilir bilmez her şeyi uluorta söyleme, bugün değilse bile bir gün başın belaya giriverir. Sen biliyor musun komünist ne demek?”
(………………..)
Zaman Mc Carthy devri izlerinin devam etmekte olduğu, 1953 yılının Mart ayı idi.
Tam o günlerde çok moda olduğu için yaygın olarak kullanılan ve şimdilerin bandanalarına benzeyen kırmızı beyaz desenli eşarplar da “Yıkanınca ortaya Stalin’in resmi çıkıyor” gibilerinden bir dedikoduya kurban giderek aniden ortadan kalktı.
Bu zamanlardan yalnızca on yıl sonra, üniversitenin özgür ortamında yıllarca soramadığım soruların cevaplarını buluyor, hararetli tartışmalar yapıyordum. Annem ise bana gösterdiği tepkilere uygun olarak liberal sağ bir partide politikaya atılmıştı…”
Yüreğine sağlık, İlter Ayata!