Bu kez köşe yazar Fatma Aliye’nin…
“(…) odaya bir hizmetçi giriyor, ev sahibi hanımın yanına yaklaşıp ona alçak sesle bir şeyler söylüyor. Hanım ayağa kalkarak: “Kusura bakmayın, şimdi geliyorum. Bu arada biraz daha gelincik şerbeti buyurmaz mısınız?” diyor; hizmetçiye “Kızım, misafirlerimize şerbet tut” diyerek dışarı çıkıyor.
Sürahinin içindeki kırmızı şerbet güzel görünüyor ama canım ağıza yapış yapış gelen, tatlı bir şey çekmiyor. Hanımın çıktığı kapıya doğru yürüyorum. Kapı aralığından genç bir kıza sarıldığını görüyorum. Kız sarsıla sarsıla ağlıyor.
“Bu gelen kim?” demek için ev sahibimizin kızına dönüyorum ki gitmiş! Kapının dışında konuşulanlara kulak kabartıyorum:
“Artık dayanamıyorum, anne!” diyor genç kız ağlayarak. Annesi onu sarıyor, sırtını sıvazlıyor.
“Dün akşam bütün kitaplarımı tek tek yırttı gözümün önünde! Sanki çıldırmış gibiydi. Artık o evde durmak istemiyorum, anne” dediğini duyuyorum hıçkırıklarının arasında.
“Olmaz kızım, o senin kocandır; beğensen de beğenmesen de sözünden çıkmamalısın; kocayı bırakıp baba evine dönmek yakışık almaz.”
Kız ağlamayı sürdürüyor. Annesi, “Gel şimdi, içerde konuklarımız var, onlarla sohbet eder, açılırsın; sonra akşam olmadan evine dönersin” diyor.
Ben kapıdan çekilirken kızla göz göze geliyorum; biraz utanıyorum, ama bakışlarındaki yumuşaklık beni rahatlatıyor. Anlıyorum: o demin yanımda oturan Fatma Aliye’ymiş; birden büyümüş! Yan yana oturuyoruz; o durgun... Kendimi onun ablası gibi hissediyorum. Yine önce konuşan ben oluyorum:
“Erken evlenmişsin!” diyorum.
“Yoo, erken sayılmaz, yasalara göre 17 yaşına gelince evlenebiliyor kızlar. Beni de onyedime girince bir subaya verdiler. Yakışıklı adam, ama benim ilgilendiklerime hiç ilgi duymuyor. Hiç kitap okumuyor. Bense kitap okumasam ölürüm. Çiçekler için su neyse benim için de kitap o” derken yeniden gözleri doluyor.
“Üzülme, herşey yoluna girecek. Yazar olacaksın sen. Ünlü olacaksın. Bundan 150 yıl sonra bile basılacak kitapların” diyorum.
Gözlerini açarak bana bakıyor: “Gönlümden geçeni ne bildin? Falcı mısın sen?” diye soruyor. “Değilim, ama bunu nasıl bildiğimi, seninle nasıl konuşabildiğimi sana şimdi anlatmam çok zor; kendim de anlayabilmiş değilim; ben aslında 21. yüzyılda yaşıyorum” diyorum.
Yüzü gülüyor:
“150-200 yıl sonrasından mı geldin yanıma? Onun için görünüşün böyle garip, demek” diyor. Bu söylediği hoşuma gitmiyor, ama ses etmiyorum. Bana kalırsa, asıl onun görünüşü garip!... Başka çağların insanıyız.
“Anlat biraz daha” diyor hevesle.
Onunla ilgili ondan daha fazla şey bildiğim için üstünlük duyuyorum. Bu hüzünlü genç kadını avutmak hoşuma gidiyor:
“Kocandan gizli gizli okumayı sürdüreceksin.”
“Öyle yapmayı düşünüyorum zaten” derken sesi isyankar.
“Çocukların olacak bu arada” diyorum. Yüzü kızararak elini karnına götürüyor. Yoksa hamile mi?
“Zamanla kocan kitaplar konusunda yumuşayacak. Fransızca bir roman çevireceksin. Çevirin yayınlanacak. Kitabın kapağında yazarın adı olacak ama çevirenin karşısına senin adın yazılmayacak, ‘bir kadın’ yazılacak.”
Bir insanın çevirdiği ya da yazdığı kitaba adını koyamaması çok kötü bir şey bence, ama Fatma Aliye bu söylediğime pek de üzülmüş görünmüyor. Anlaşılan onun devrinde kadınların adlarının kitaplarda yer alması, belki de kadınların yazar olması hoş karşılanmıyor.
“Başka? Başka kitaplarım da çıkacak mı? Yazar olacaksın, demiştin.”
“Evet, çıkacak. Peki, onların da isimsiz yayınlanmasına razı mısın?”
Yüzünden bir bulut geçiyor:
“Elbette yazdıklarımın basılmasını, bir çok kişinin onları okumasını isterim; onları benim yazdığım da bilinsin isterim. Ama kadın olmak kolay değil” diye içini çekiyor, “Senden beklenen ev içiyle ilgili işler; aklını, zamanını başka işlere kullanman istenmiyor. Aslında bir tek bizim ülkemizde değil, batıda da böyle olmuş. Yüzyıl önce bir Amerikalı kadın filozof kadınların eğitim görmesini savunan kitap yazmış; erkek yazarlar onunla alay etmişler elinin hamuruyla kalem tutuyor, diye. Ama onlar bizden daha çok yol aldılar bu konuda.”
Ben de böyle bir şeyler okumuştum. “Sen nerden biliyorsun bunları?” diyorum. Bu soruma gücendi mi, kızdı mı, anlayamadığım bir bakış görüyorum gözlerinde:
“Sana Fransızca bildiğimi söylemiştim” derken galiba biraz kafa tutuyor gibi... Ben konuyu yine o ilk çevirisine getiriyorum:
“İlk çevirin çok beğenilecek. Herkes senin kim olduğunu merak edecek. Bu arada hayatına bir erkek girecek: bence kocandan daha önemli bir yeri olacak hayatında: senin sen olmanda payı büyük. O elinden tutmasaydı sen bu karanlıktan kolay kolay çıkamazdın.”
Kendi söylediklerime kendim de şaşıyorum!
“Bu adam ünlü bir gazeteci ve yazar: Ahmet Mithat Efendi…”
“A, biliyorum!” diye şaşkınlık ve coşku içinde iki eliyle ağzını kapatıyor, sonra “Gazetesi var onun. Babam okur. Ben de…” diyor heyecanla.
Ben bilmişliğin tadını çıkararak anlatmayı sürdürüyorum:
“İşte o! Önce kendi gazetesinde senin çevirini öven bir yazı yazacak. Sonra sana gazetesinin sayfalarını açacak, böylece gazete yazıları yazmaya başlayacaksın” derken Fatma Aliye’nin soluğunu tuttuğunu görüyorum, “ama gene kendi adını veremeden…” diye sözümü bitirince merakla soruyor:
“Takma ad mı kullanıyorum?”
“Yok! Çevirdiğin romanın adı Meram’mış, ‘Meram’ın Çevirmeni’ imzasıyla yazıyorsun yazılarını… Ünlü ‘erkek yazar’ ve gazeteci, bununla da kalmayıp sana ortak bir roman yazmayı öneriyor; birlikte bir kitap yazıyorsunuz.”
“Nasıl olur? Bir kadınla bir erkek birlikte?... Ben babamla bile sokakta yanyana yürüyemem! Hele aynı aileden olmayan bir kadınla bir erkek hiç yan yana gelemez!”
‘Ne kötü! Ne güç koşullarda yaşıyor’ diye düşünüp sorusunu yanıtlıyorum:
“Sanırım, onun için, hiç görüşmeden, mektuplaşarak yazacaksınız bu romanı!”
“Ne zaman olacak bunlar, peki?”
“10 yıla kalmayacak, merak etme! Bu arada Ahmet Mithat Efendi seni tanıtan bir kitap yazacak. Sonra kendi romanlarını yazacaksın ve artık adınla yayınlanacak romanların. Kadınların evde, aile içinde yaşadıkları sorunları anlatacaksın romanlarında. Romanların yabancı dillere çevrilecek, yabancılar seninle röportaj yapmak için İstanbul’a gelecek.” “Onların kadınların yaşadığı sorunları dile getiren romanları var, kadın romancıları da var. Çok heyecanlandım şimdi! Demek öyle! Demek ben de ünlü bir romancı olacağım!”
Yüzü gülüyor: “Sonra, sonra?...”
“Öyle, işte! Daha ne olsun?”
“Ölümümü de bilirsin sen benim.”
“Canım, ona ne gerek var? Bilmiyorum ayrıca. Ölümsüz oluyorsun sen, ölümsüz…”
Fatma Aliye mutlu oluyor. Nasıl öldüğünü gerçekten bilmiyorum; ama ömrünün son yıllarını, Hristiyanlığı seçip Fransa’da bir manastıra kapanan kızını arayıp bulmaya çalışarak geçireceğini ve ona bir türlü ulaşamıyacağını biliyorum. Kendisine söylemiyorum üzülmesin diye…”
*
Kadınlar üzerine yazdığım kitaptan alıntı yapmak Kadınlar Günü’ne uyar, diye düşündüm. Yukarıdaki satırları “Büyüyünce Ne Olacaksın?” (Can Çocuk Yayınları, 3. basım: Ocak 2015, s.28-34) adlı gençlik romanımdan aldım.