Leyla ile Mecnun tüm Orta Doğu , Arap ve Türk dünyasının bildiği bir “aşk fâciası” öyküsüdür. Fuzuli'nin metni üzerinden, bu eski hikâyeyi-söylenceyi günümüzde değişik biçimlerde yorumlamak mümkündür. 1917 Bolşevik İhtilali öncesi, müzikleri Arap ve İslam etkisinden ziyade kendi “özü”nden kaynaklanan, halk müziklerini geliştirerek yaşatan Azerbaycan Türkleri, bu âlemin ilk özgün opera formunda eserini 1908 yılında Üzeyir Hacıbeyli ( 1985-1948) bestesiyle sahnelediler.
Böylece kendi “mugam musiki”lerini (makamsal müzik) ve folklorlerini Batı tarzında ama “ulusal ve yerel” olarak yansıttılar.
Türkiye'de dinleyiciyi, çok yönlü kültür insanı ve besteci Üzeyir Hacıbeyli'yi daha çok, 1913'de ilk kez Bakü'de sahnelenmiş olan “Arşın Mal Alan” operetiyle tanır. Hacıbeyli daha çok, ülkesinin o dönem sınırları içinde yer aldığı Rus İmparatorluğu (Çarlık Rusyası) üzerinden gelen Batı sazları ile tar, kemançe, kabak kemane, balaban türü yerel sazları, gazel, uzunhava, bozlak türü “yırlama” tarz ve teknikleriyle tiyatroyu sentezleyerek “özgün Azeri operası” tarzının temelini atmıştır.
Bakü'de ilk sahnelenişinden, yâni bizde 2. Meşrutiyet'in ilânından 108 yıl sonra Leyla İle Mecnun operası, Türkiye'de ilk kez bir Azerbaycan-Türkiye ortak yapımı olarak 14 Mayıs 2016 Ankara Devlet Opera ve Balesi'nce sahnelendi.
İstanbul'da binlerce davetli huzurunda “Sümeyye ile Selçuk”un mutlu öyküsünün başlangıcı yapılırken, biz de “Leyla ile Mecnun”un bol bol “kan”, “kanlı gözyaşı” sözcüklerini içeren, “dua” ile başlayıp, gene dualar arasında iki sevgilinin cennet-i âla'ya yükselişini simgeleyen finalle sonuçlanan eserle ilgili değerlendirmeyi iki farklı bölümde yapmak lazım.
1) TARİHSEL, DİNSEL AÇIDAN...
Kültür tarihi açısından bakıldığında, “Leyla ile Mecnun”un 108 yıl sonra ilk kez Türkiye'de de sahnelenmesi önemlidir. Opera ile ilgili sanatçıdan dinleyiciye herkes âdeta bir tarih müzesi gezer gibi, bu sanatın Doğu'da nasıl başladığını, günümüz evrensel operasından farklılıklarını gözlemlemek olanağını bulmuştur.
Maden kazalarından savaşlara, insan kafası veya kafasızlığından kaynaklanan her türlü doğal afet ve kıyıma yol açan edimi “takdir-i ilahî” olarak nitelendiren zihniyetin, eski Arap kabileleri arasında masum bir “aşk” sonucu ortaya çıkan “kanlı, savaşlı” facianın çözümünü de önce Allah'a havale ettiklerini sahne üzerinde izlemek, halkımızda “Şark cephesinde yeni bir şey yok” algılamasına yol açabilir. Ama sonunda iki âşıkın ölümü “takdir-i ilahî”dir.
Doğu ve İslam toplumlarında, para, asalet gibi kavramların, kadının çok önünde geldiği, ataerkilliğin kadını nasıl ezdiği, kişiliksizleştirdiği ve erkek düşüncesine mahkûm ettiği, operada gözler önüne serilmektedir.
2) ETKİNLİK AÇISINDAN
Eseri, yıllardır Türkiye'de çeşitli kurumlarda çalışan Azeri Prof. Dr. Eflatun Neimetzade Türkçeleştirip sahneye koymuş, orkestrayı da Türkiye deneyimli Azeri şeflerden Prof. Fahrettin Kerimov hazırlamıştı. Başkemancı Tayfun Bozok'tu.
“Mugam musikisi” karakterini kulaklarımıza yansıtacak olan, sadece Hacıbeyli'nin hikâyenin akışına göre kulandığı, gerekli duygusallığı yansıtacak makamlar değil, yerel sazlar olan tar ve kemançenin tınılarıydı. Tar'da Elçin Haşimov, kemançede Elnur Ahmedov, “Azerbaycan Devlet Sanatçısı” unvanı taşıyan iki “ifacı” olarak Azeri tınılarını kulaklarımıza taşıdılar. Onların sesinin yeterince ulaşabilmesi için ses yükseltme düzeneği kullanılmıştı.
Eserin görselliğini, öz-biçim ilişkisini ince bir yorumla gözeterek, işlerini özlediğimiz Savaş Camgöz sağlamıştı. Eski Türk-İran sanatı olan minyatür görselliğinden yola çıkarak, sahneyi mümkün olduğunca yalın tutarak eski tezyinatın (süslemecilik) olanaklarını kullanan Camgöz, giysilerde ve başlıklarda Kırgız ve Özbek tarzlarını da işin içine katarak özgün şapkalar geliştirmişti. Dönemin cafcaflı giyim anlayışını, günümüz malzemesiyle yorumlayan Camgöz, gene başarılı bir iş çıkarmıştı.
Kitapçıktaki üç sayfalık özgeçmişinde neredeyse attığı her adıma yer verilen rejisör Eflatun Neimetzade'nin sahnelemede en büyük yardımcılarından biri, video çalışmasını yapan Ali Karaköse'ydi kuşkusuz.
Karaköse, ilk gece Leyla ve Mecnun'u oynayacak sanatçılarla giysili bir çalışmayı yaparak, eserin girişindeki “dua” ve çıkışında “Cennet-i Âla” yolculuğunu, bunun aslında “bir aşk hikâyesi” olduğunu duyumsatacak biçimde işlemişti.
Rejiye gelince, sahneüstünün yer yer “müsamere” havasında geliştiğini söylemek insafsızlık olmayacak. Oyunculara ve koroya sürekli yaptırılan el hareketleri, sahne giriş-çıkışlarındaki yavanlık, koronun olmadığı yerlerde yaşanan durağanlık, müziğin makamsal monotonluğuyla birleşince, herhalde kimse 2 perdelik 2.5 saatlik eser için “Bir perde daha olsaydı da dinleseydik” demedi! Aslında konu ve akışta esasa bağlı kalma zorunluğu nedeniyle, rejisörün belki de yapabileceği çok fazla katkı yok muydu? Tartışılır.
Lubomira Aleksandrova'nın çalıştırdığı koro, özellikle kadınlar korosu monoton sahneüstüne yer yer hareket getirdi.
Kürşat Kılıç'ın yapılandırdığı kızlar ve erkekler dansları da öyle. Ama danslar Azeri-Kafkas çizgilerini taşımıyordu. Erkeklerin dansları bir tür kılıç-kalkan oyunuydu.
Işığın daha iyi çalışılması, sahneüstünün daha olgunlaştırılması gibi konularda yeterli prova olanağı bulunup bulunmadığını da bilmiyoruz. Bunlar da yapımın kalitesini etkileyen önemli ögelerdir. Eserin ta sezon başından programda yer aldığını biliyoruz.
Oyunculuklar
İlk temsilde Leyla'yı soprano Selva Erdener, Mecnun'u “hanende” tenor Mensum İbrahimov (d.1960) canlandırıyordu. Leyla için Selva Erdener seçimi bence çok isabetliydi. Çünkü Selva, yarım ve çeyrek sesleri de başarıyla şarkılama yeteneğine sahip bir sopranodur. Nitekim bu yeteneğini, oyunculuğuyla iyi harmanlayarak başarılı bir Leyla sergiledi. Hanende Mensum İbrahimov ise bir “mugam ifa ustası” olarak yanık tenor sesiyle Azerbaycan müziğini hakkını vererek okurken, oyunculuğuyla da Geys'in Mecnun'a dönüşümünü anlaşılır biçimde sergiledi.
Tenor Haser Tek'i, uzunca bir süredir sahnede izlememiştim. Mecnun'un babası rolünde sesine yeterli gürlüğü de kazandırarak alkışlandı.
Genç mezzosoprano Zeliha Kökçek'i (d.1987) Leyla'nın annesi rolünde izledik. Kısa rolündeki reçitativi, şarkısıyla ve sahne duruşuyla daha kapsamlı rolleri hakettiğini gösterir bir etkinlik sergiledi. Kökçek'in Siemens Opera Yarışması'nın 2011'de kazandığını anımsıyorum.
Leyla'nın babasında bariton Kamil Kaplan, rolüne yakışmıştı. Komutan Nofel'de deneyimli bas Tuncer Tercan, İbn-i Selam'da genç tenor Emrah Sözer genel düzeyin olumlu birer parçası oldular.
Tenor Burak Pektaş, oyun boyunca Mecnun'un gölgesiydi ama finalde patlattığı gazel-arya karışımıyla dikkati çekti ve alkıştan büyük bir parçayı aldı.
Protokol
Türkler, Anadolulu da olsa, Kafkasyalı da olsa plaket alışverişini pek severler. Temsilin sonunda da alkışlara karşı selamdan sonra, protokol sahneye taşındı.
Büyükelçiler, Azerbaycan'dan gelen konuklar sahne üstünde birbirlerine ve eserde 16 Mayıs akşamı görev alacaklara da plaketlerini peşin peşin verdiler. Doğaldır ki, İstanbul'daki düğün nedeniyle Türk tarafından hiç bakan yoktu.
Opera sanatını “Büyük devletlerin yumuşak gücü” olarak tanımlayan Kültür Bakanı da zorunlu olarak düğünü yeğlemişti. Belki 16 Mayıs Pazartesi akşamı ikinci temsile gider.
Fotoğraflar:Şefik Kahramankaptan