Yeryüzündeki serüvenimiz geriye sayan bir kronometreyle başlar. Doğduktan, hâttâ tam hangi anda olduğunu bilmesek de, ana rahminde biyolojik anlamda özerk bir birey haline geldiğimiz lahzadan itibaren her saniye kendi yok oluşumuza doğru hızlı bir yol alıştır. Bir anlamda bize verilmiş bir zaman kredisiyle dünyaya geliriz. Bunu nasıl harcayacağımızı kısmen içinde bulunduğumuz toplumsal koşullar belirlerse de, bir irade birimi olarak, çoğu kez bu kısıtlı kaynağı hangi yollarla değerlendireceğimiz bize kalmıştır. Ancak sorun, her birimize tahsis edilmiş bu yaşama kredisinin ne miktarda olduğunu bilemeyişimizdir. Kimileri daha doğumda bu hayata veda eder; kimileri büyük umutların coşkusuyla gelecek hayâlleri kurdukları genç yaşlarında. Kimileri insanlığa büyük yararlar sağlayacak keşiflerin peşindeyken âniden terk edip giderler bu zaten geçici sahneyi. Böyle âni ve beklenmedik ölümlerin ne işe yaradığının ya da ne kadar âdil olduğunun yanıtını bırakalım din (kesinlik içinde) ya da felsefe (bolca mütereddit) veredursun, sonuçta her birimizin, yeryüzünde ne kadar süre var kalacağına dair bir bilinmezle yaşamaya mahkûm olduğu gerçeği, en temel yaşama güdümüzü teşkil eder. Zira bu endişe veren bekleyiş, yaşanan sürede anlamlı, kalıcı ve bireyi manevi anlamda ölümsüz kılacak etkinliklerde bulunmak için itici bir güç haline gelir. İnsan o yüzden sürekli olarak kendi varlığını bu dünyaya kazıyacak etkinliklerde bulunmaya çalışır.
İlk gençlik yıllarımda edindiğim en değerli dostlardan biri olan, Türk Edebiyatı'na adını kısa sürede sağlam bir şekilde nakşeden öykücü ve romancı Ali Teoman'ın (Tataroğlu), 10 Mayıs 2010 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi'nin bir salonunda, yeni yayınlanan anlatı kitabı Café Esperanza hakkında düzenlenen toplantıdaki konuşmasına başlarken kurduğu cümle hâlâ kulaklarımdan gitmez. Ali, 2006 yılından beri süregiden ve artık, ameliyat, radyoterapi ve kemoterapi silsilesinin ardından, kendisini iyice teslim almaya başlamış olan, en değerli organı beyninin içinde haince büyüyen hastalığın bâriz sekelleriyle mücadele ederek, bastonla sürüklediği bacağı ve telaffuzunu bozan peltekliğiyle "kendimi" demişti, bir nefes alarak; "sıkı bir kazık yemiş gibi hissediyorum!" Her şeye rağmen çelik iradesiyle bir yıla yakın süre daha direnmeyi başardı. Bu sırada yarım kalmış eserlerini mümkün olduğunca tamamladı. Kendisinden sonra yapılacakları da sıkı sıkıya sevgili eşi Dilek'e emanet etti. Yeni eserleri bugün hâlâ yayınlanmaya devam ediyor. Zira kırk dokuz yıllık ömründe akıllara sezâ bir şekilde okudu ve yazdı; biriktirdikleri yayınlanmaya ve elbette okunmaya devam ediyor. Bu durumda Ali Teoman ölmüş mü oluyor?
İnsanın yeryüzünde geçirdiği süre bu açıdan son derece görelidir. Ne kadar değil ne yaparak yaşadığımız önem arz eder. Kuşkusuz kalıcılığın anahtarı üretimdir. Nitekim insan üretimde insanlaşır; üretimden uzaklaşan her etkinlik biçimi esasında insanın kendi özüne mesafelenmesi, anlam üretici kapasitesinin aksi yönünde bir küntleşme deneyimine doğru evrimleşmesi demektir. İnsanî özellikleri en iyi törpüleyen sistem, elbette bu en incelikli stratejilerle uygulamanın bilimini geliştirmiş olan kapitalizmden başkası değildir. György Lukács, insanın kendi üretimi üzerindeki iradesinin ayırdında olma becerisinin yitimine şeyleşme adını vermiştir. Üretim sürecindeki öznelik konumunun önemini unutan insan, böylece bizatihi insan olma niteliklerini de yitirmeye başlar; anlamsızca yapımına katkıda bulunduğu şeylerden farklı olmayan bir başka şey haline gelir. Bu kısıtlı ve aslında çok değerli zamanı, öngörüsüz ve hesapsız eylemler, itkisel duyguların kılavuzluğuna terk edilmiş bir savrulma hali ve yaşamakta olduğunun neyin sıkıntısı olduğunu bir türlü teşhis edemeyip varoluşunu sonsuz bir tüketim sarmalına adamaya şiddetle duyulan arzudan ibaret bir deneyimle doldurmak, kuşkusuz israfın en çarpıcı halidir. Oysa günümüz dünyasının ruhu büyük ölçüde böyle bir toplumsal ortamda şekillenmektedir. Hele üretimden hem mikro hem makro politikalar düzeyinde uzaklaşmayı başlıca kalkınma ölçütü addeden, betonu 'eser' zanneden, baskı ve şiddetten başka iletişim biçimi tanımayan bir toplum çevresinde, kişinin hayatı kısa vadeli maddi çıkarların (imar affı kollamak, orman arazisini cebellezi etmek, bankamatik memuru olmak, kamu kaynaklarını yağmalamak, kaçak katlarına bir yenisini eklemek, vb.) kovalanmasından ibaret bir tükenişe dönüşür. Trafikte, sosyal medyada, ilişkilerde, iş yapma süreçlerinde gözlemlediğimiz hız tutkusu, insana ister istemez o kazanılan sürede neler yapılmakta olduğunu sordurtur. Örneğin çevreyolunda herkesi tâciz ederek bir çılgın koşu halinde gaz pedalını sonuna kadar basan sürücü, bunca telaşla 'kazandığını' düşündüğü zamanda, müstakbel ölümünden birkaç sayfa daha fazla kitap mı kurtarmaya çalışmaktadır? Yoksa evindeki son model ses sistemi ve televizyonda La Traviata'nın yeni prodüksiyonunu izlemeye mi gitmektedir? Belki III. Selim'in Sûzidilarâ Mevlevi Ayini'ni sükûnetle dinleyeceği yoğunlaşmaya kavuşmak için bunca acele etmektedir. Öyle ya, bunca hız tutkusu, olsa olsa ölümlü hayatımızı daha anlamlı kılmak için olmalıdır; bir sigara daha fazla içmek, biraz daha fazla dedikodu yapmak ya da biraz daha (cep telefonuyla oynayarak) boş oturmak için değil!
Tüketimin gereksinim karşılamaktan çoktan uzaklaştığı, bir var oluş biçimine dönüştüğü bir çağda yaşıyoruz. Üstelik yalnızca nesneleri değil, değerleri, imgeleri, söylemleri, duyguları ve ilişkileri de çılgın bir hızda tüketiyoruz. Hızın kendisinin amaç haline geldiği bu süreçte, bu şekilde tasarruf edebileceğimiz zaman, bize yalnızca daha fazla tüketime yönelmek için fırsatlar sunuyor. Bunca çok ve hızlı tüketmek, kaçınılmaz olarak derin bir sıkıntıyı besler; onu bastırmak için daha fazla tüketmekten başka bir seçeneğimiz olmadığına kâni olarak, anlık olanın sahte hazzını kovalarız. Bu, anlamı hızla soğuran arayışın başlıca gıdalarından birisi kuşkusuz müziktir. Böylece her yerde sürekli bir yayın ve fon gürültüsü haline gelen müzik, kendisinden başka her şeyi aktaran bir seri üretim bandı haline gelir. Müziğin salt bir ritim hattı, her sözcüğünde carpe diem iletisi veren bir söz oyunları bütünü, genel anlamda bir tüketim katalizörü haline dönmesi, insanın onda kodladığı anlam simgeleştirmelerini de trajik bir şekilde tasfiye eder. Böylece tüketen insan, günümüzün acımasız rekabet düzeninde kendi özündeki vicdanı hem bireysel hem kolektif ölçeklerde eritir olmuştur. Müziğin böyle metâlaşıp onca heryerdeliğine karşın kendini buharlaştırması, esasında insanın düşünsel erozyonunun hem göstergesi hem metaforudur. Bu tükeniş etiği ve estetiği içinde nice hayatlar sonsuz bir telaşa kapılmış olarak, ancak tortusuz ve anlam biriktiremeden yok olup gitmektedir. Özellikle müziğin, bu sürüklenme hali içindeki indirgenmiş ontolojisi, birçok müzik insanını bu açgözlü piyasa değirmenine bolca su taşımaya iterken, bazılarını da tersine, kalıcı ve özgün üretimler bırakmak için çabalamaya sevk edebiliyor. 26 Mayıs 2017 tarihinde aramızdan ayrılan Şehvar Beşiroğlu'nun ardında bıraktığı değerli müzik mirasında olduğu gibi...
Şefika Şehvar Beşiroğlu İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Konservatuarı Müzikoloji Bölümü'nün, adı kurumuyla özdeşleşmiş öğretim üyelerinden biriydi. Müzikbilim alanında, Türkiye'de eksik kalmış ya da araştırılmamış birçok konuyu incelemiş, ulusal ve uluslararası birçok yayın yapmıştı. Aynı zamanda icracı olarak kanun ve çeng çalgılarındaki ustalığıyla deneysel çalışmalara imza atmıştı. Ölümü, bunca yaşama enerjisi dolu ve üretken bir insana hiç yakıştırılamadı; ancak bu dünyanın gayri-âdil düzeni onu da aramızdan almıştı. Bir bilim ve sanat insanının (Şehvar Beşiroğlu her ikisiydi) ardından yapılabilecek en olumlu katkı, onun adını ölümsüzleştirecek bir eser ortaya çıkarmaktır. Bu amaçla öğrencisi ve meslektaşı Şeyma Ersoy Çak ile dostu, değerli tarihçi Namık Sinan Turan'ın ortak editörlüğünde derlenen Şehvar Beşiroğlu'ya Armağan başlıklı kısa süre önce piyasa çıktı. Müzik yayıncılığında bir öncü ve marka olan Pan Yayıncılık tarafından basılan kitap, her şeyden önce Türkiye'nin önemli müzikbilimcilerini bir araya getirme başarısını göstermiş olması nedeniyle özel önem arz ediyor. Şehvar Beşiroğlu'ya Armağan kitabının en azından bu özelliği, onu uzun soluklu bir başucu kitabı, temel bir referans cildi haline getirecektir. Zira Türkiye'de bu tür derli toplu, bir çeşit traité sayılabilecek toparlayıcı nitelikte, konuyla ilgili en yetkin kişilerin kaleminden çıkan, birbirleriyle bütünlük içindeki bölümlerden oluşan başvuru kitabı pek yoktur. Oysa bir bilim dalında güncel ve özel araştırmaların bulgularından elde edilen yayınların yanı sıra, belli bir genellik kazanmış bilgilerin yer aldığı temel niteliği haiz kitaplar, o alanda bilgi sahibi olmak ya da uzmanlıklarına daha fazla katkıda bulunmak isteyenlere yol gösterici mahiyette eserler olarak yayınlanır. Bu tür yayınlar, aynı zamanda o bilim dalının gelişmişliğine kanıt oluştururlar. Akademik hayatta odaklanmış ve özel bilgiler (saha araştırmaları, kısıtlı bir alanda derinlemesine yapılmış çalışmalar, vb.) kadar, o uzmanlık dalında kurucu nitelikteki başlıklardan oluşan genel bilgileri bir araya getiren yayınlara da gerek vardır.
Türkiye'de, biraz da Dünya'daki genel eğilime (proje-merkezli, parçacıklanmış, kısa sürede tüketilen, çok özel alanlara odaklanmış araştırmalardan oluşan makale üretimi) koşut olarak, bir bilim dalının temel bilgilerini derleyen el kitabı niteliğindeki kitap yayıncılığının yeterli nicelikte, mevcutların da gereken nitelikte nâdiren olduklarını belirtmeliyiz. İşte Şehvar Beşiroğlu'ya Armağan kitabı, bu tür bir eksiği, hele bu boşluğun fazlasıyla hissedildiği müzikbilim alanında dikkate değer bir şekilde kapatmaya aday görünüyor. Zira konusunda Türkiye'de hatta Dünya'da yetke sahibi değerli bilim insanlarının, önemli araştırma makaleleriyle katkıda bulundukları kitap, toplam olarak, ciddi bir kütüphanenin vazgeçilmezi konumda bulunmaya layıktır. Bu kapsamda kitap, bilimsel disiplin açısından üç ana bölüme ayrılmış: (1) "Müzikoloji Yazıları"; (2) "Organoloji Yazıları"; (3) "Müzik ve Kültür Tarihi Yazıları". Kitabın giriş kısmında ise editör Prof. Dr. Namık Sinan Turan'ın "Yaşamı ve müziği anlamlı kılan aydınlık yüzlü bir hoca: Prof. Şehvar Beşiroğlu" başlıklı sunuş yazısı yer alıyor. Şehvar Beşiroğlu'nu tanıyabilmiş olma mutluluğuna erenlerin koşulsuz hemfikir olacakları çok güzel bir tanımla onu betimleyen Turan'ın, hem duygusal hem akademik özellikleri içeren, incelikli bir üslûba sahip bu tanıtım yazısı, ne denli içten ve samimi duygularla kaleme alındığını okuyucuya ilk anda hissettiriyor. İnceliğin ve zarafetin hızla yitip gittiği günümüz dünyasında, Namık Sinan Turan'ın bu sunuşu, meraklı ya da belki çekingen okuyucuya "Şehvar'ın dünyasına hoş geldiniz!" diye içten bir şekilde hitap ederek, eserin derinliklerindeki bilgileri keşfetmeye asil bir şekilde davet ediyor. Zaten Namık Sinan Turan ve ona bu cefası bol editörlük serüveninde eşlik eden Şeyma Ersoy Çak, bu girişime cesaret ederek Türkiye'nin müzik tarihine çok değerli ve vefakârâne bir katkı yapmış oluyorlar. Kendilerine her teşekkür az gelecektir.
Namık Sinan Turan'ın bu zarif giriş yazısının ardından, Şehvar Beşiroğlu'nun zengin bibliyografyası ayrıntılı bir şekilde tanıtılmış. Bu listeye, akademik bir insanın emeğinin içinde ciddi yer tutan (bu tespit, işini ciddi yapanlar için geçerli elbette!) ancak akademik puanlamalarda pek dikkate alınmayan yüksek lisans ve doktora tez yönetimi deneyimlerinin de dâhil edilmiş olması önemlidir. Zira bir akademik insanın ne ürettiği kadar kimleri yetiştirdiği de onun kalitesini belirleyici niteliktedir. Böylece Şehvar Beşiroğlu'nun ömrü boyunca sarf ettiği her emek biçimi dikkate alınarak ona en incelikli saygı sunulmuş oluyor. Bu sunuş kısmını, bilimsel yazılardan önceye yerleştirilmiş olan bir "anısına" türündeki bölüm takip ediyor ("Şehvar'ın ardından Şehvar'a dair"). Her ne kadar azımsanmayacak bir bilimsel kitap olsa da, bu eserin yitirilmiş bir dosta saygı sunma özelliğini taşıdığını unutmamak gerekir; zaten editörler de unutmamışlar. Hatta çok dengeli bir şekilde, bu özelliği kitabın her yerine abartmadan yayma becerisini de göstermişler. Kitap boyunca bilimsel bir yolda ilerlediğinizi sürekli hissediyor, ancak Şehvar'ın sıcak dokunuşu ve dünyaları kucaklayan gülümseyişini daima yanınızda buluyorsunuz. Bu bölümde Şehvar Beşiroğlu'nun dostu değerli siyaset bilimci, kadın araştırmacısı Prof. Dr. Fatmagül Berktay'ın, onun ardından yaptığı içten bir konuşmadan yola çıkarak yazdığı samimi metin yer alıyor. Ardından, bu satırların yazarının, bu köşede (Sanattan Yansımalar - Sesin İzi, 01 Temmuz 2017) yayınlanan "Benzerinde Varolmak: Şehvar Beşiroğlu'nun Ardından" başlıklı denemesi yer alıyor. Bu bölüm, Şehvar'ı çocukluğundan beri tanıyan bestekâr ve ressam Erol Deran'ın, onun hakkındaki anıları ve izlenimlerinden oluşan röportajla sona eriyor. Müzikoloji Yazıları bölümü, Türk Müzik Dünyası'nın yaşayan en büyük bestecilerinden biri olan Yalçın Tura'nın "Cemal Reşit Rey ve 10. Yıl Marşı" başlıklı makalesi, fazla uzun sürmüş bir tartışmaya müzikbilimsel anlamda temellendirilmiş bir şekilde son noktayı koyuyor. Aynı bölümde Şeyma Ersoy Çak, Özlem Doğuş Varlı, Mehtap Demir, Evrim Hikmet Öğüt, Süleyman Şenel, Okan Murat Öztürk ve Cenk Güray, birbirinden ilginç, özgün ve öğretici makalelerle katkı sunmuşlar. İkinci bölüm, Şehvar Beşiroğlu'nun özel ilgi alanlarından birisi olan organoloji (çalgıbilim) hakkındaki tartışmaları bir araya getiriyor. Bu bölümde, bu alanın değerli kalemleri Ersu Pekin, Feyzan Göher Vural, Ali Tüfekçi, Bilen Işıktaş ve Tolga Çoğulu önemli tartışmalar yürütüyor. Nihayet son bölümde müzik ve kültür tarihine dair makaleler kalabalık bir grubu oluşturuyor. Bu bölümde Nilgün Doğrusöz, Namık Sinan Turan, Selma Benlioğlu, Şirin Karadeniz Güney, Gözde Çolakoğlu Sarı, Nuray Mert, Songül Karahasanoğlu, Sami Dural, Z. Gülçin Özkişi, Bahadır Balcı-Resul Bağı, Şeyma Ersoy Çak-Nuri Özcan, Güneş Çetinkaya Şerik yazılarıyla katkıda bulunuyor. Böylece tam anlamıyla bir mütemmim eser ortaya çıkmış oluyor. Diğer yandan, Şehvar Beşiroğlu'ya Armağan kitabı, maddi olarak da değerli ve özgün bir eser olarak nitelendirilebilir. Son derece özenli bir sayfa düzeni, renk ayrımı, tasarım ve kağıt kalitesiyle varlığını fazlasıyla hissettiren bir kültür nesnesi ortaya çıkmış; cebimize, koltuğumuzun altına, çantamıza atılıp kolaylıkla okunabilecek türden bir kitap değil bu; yazılmasındaki yoğun emeği, okuyucusundan, okurken talep eden bir eser. Son olarak, kitabın görsel tasarımına bilgi ve becerisini fazlasıyla katan Ersu Pekin'in hakkını teslim etmemiz gerekiyor. Betona, viyadüğe, şahsiyetsiz havalimanına 'eser' adını veren, 'eser' mevhumunu ancak inşaatın somutluğunda ve saf değişim değerinde gören zihniyetin karşı kutbunda nasıl yoğun bir kültür eseri (sahici ölümsüzlük işareti) ortaya konabileceğini kanıtlayan bu kitap, içinden geçmekte olduğumuz boğucu ortama sessizce ama olanca gücüyle direnmenin bir yolu olarak düşünülebilir (her şeye rağmen kültürü savunmak).
İnsanın yeryüzündeki serüveni kısıtlı bir zaman parçasına sıkışmış durumdadır. Her sağlıklı insan zihni, bu sürede kendini ölümsüz kılmaya çabalar; ancak aramızdan pek azı manevi bir mirasla ölümsüzlüğe ulaşabilir. Sanat bu çabanın en seçkin, en incelmiş, en gelişmiş biçimidir; o nedenle ölümsüzlüğü yakalayan nadir insanların önemli bir kısmı sanatçılar arasından çıkar. Şehvar Beşiroğlu, hem sanatçı hem bilim insanı olarak yeryüzündeki kısa varoluşu sırasında derin bir iz bırakarak aramızdan ayrıldı. Onu yitirmenin acısını yüreklerimize gömüp ardında bıraktığı esere sahip çıkmak, anısına vefa göstermek, onu gelecek kuşaklara tanıtmak, biz onu sevenlerin boynunun borcuydu. Namık Sinan Turan ve Şeyma Ersoy Çak bu zorlu işin üstesinden başarıyla gelmişler. Şehvar Beşiroğlu'ya Armağan, aynı zamanda Türkiye'nin susuzluktan solmuş kültür hayatına cömertçe su vermek anlamına da geliyor.
İnsan yeryüzünde yaptıklarıyla, insanlığın manevi gelişimine kattıklarıyla ölümsüzlüğe yaklaşır. Eserde yaşamak... Şehvar'ınki gibi onurluca...
ALİ ERGUR
1 Kasım 2019, İstanbul