On dokuzuncu yüzyılın son çeyreği, bir yandan bilim, teknoloji, doğanın keşfi alanlarında baş döndürücü gelişmelerin yaşandığı, diğer yandan kapitalizmin bir ‘hayasızca akın’ hâlinde emperyalist aşamaya geçtiği, sömürünün küresel ölçekte gemi azıya aldığı bir tarih sahnesini oluşturur. Uzak diyarlara, gezegenin keşfedilmemiş, dolayısıyla sömürüye açılmamış en ücra köşelerine ulaşıp buraları da bir hammadde deposu olarak değerlendiren, her yeri hükmü altına almaya çalışan erken sanayileşmiş Batı Avrupa devletleri, iktidar sarhoşluğu ve küstahlığının doruğunda, kaçınılmaz olarak birbirleriyle büyük bir paylaşım kavgasına da girişmişlerdi. Osmanlı Devleti, paradoksal olarak, yıkılmasının maddî koşulları yeterince oluşmuşken en az bir yüzyıl daha ayakta kalabildiyse, bu şiddetli paylaşım savaşının taraflarının (küçük savaşların yanı sıra, yirminci yüzyılda iki büyük dünya savaşıyla yeni bir mecraya gireceklerdir), birbirlerini dengeleme çabaları içinde bir çeşit edilgen (kendine rağmen) oyun kurucu konumda kalmış olmasına bağlıdır.
Osmanlı tarihindeki ilginç bir zıt hareket, siyasî gücün zayıflamasına ters yönlü kültür hayatının canlanması olgusu olarak teşhis edilebilir. Nitekim, örneğin Türk Makam Müziği’nin temel ve sanat değeri en yüksek olarak kabul edilen referans konumundaki bestekâr ve eserlerinin, on yedinci yüzyıl ikinci yarısından itibaren belirginleşmeye başlayanlar olduğu görülebilir. Aynı süreç, ‘Türk tehlikesi’ kesin olarak bertaraf edildikten sonra Batı Avrupa emperyalizminin de Osmanlı kültür dünyasına merakının arttığı bir döneme denk gelir. Aslında bu merak, kuşkusuz sâfiyâne bir bilim aşkından ibaret değildi; bir toplumu yalnızca maddî anlamda değil, özellikle kültür alanında iyi tanımak, onu daha iyi sömürebilmenin yollarını döşüyordu. Kapitalizm, bunu yeryüzünün her köşesinde soft-power olarak sistemli bir şekilde yaymaya çok büyük enerji, zaman ve para harcamaktaydı. Bu kültür keşif (ve talanı), aynı zamanda kendine bir simgesel üstünlük alâmeti inşa etmenin de yöntemi olarak nitelendirilebilir. Nitekim, bugün dünyanın en saygın ve büyük müzelerinin, özellikle antik çağın zenginlikleriyle dolup taşıyor olması, Batı Avrupa’yı yeryüzünün kültür kıblesi hâline getirmiş, bu eski büyük kültür mirasının (Mısır, Mezopotamya, Anadolu, Hindistan, Çin), aslen ait olması gereken medenî dünyanın ideolojik meşruiyetini kurmuştur. Ancak tarih diyalektiktir; siyasî çöküş içindeki Osmanlı Devleti’nde, bu süre içinde en değerli sanat insanları yetişmiş, gerileyişi sorgulama gereği, yeni eğitim kurumlarının kurulmasını, Avrupa’yı keşif arzusunun tetiklenmesini, kültür üretiminde içine kapalı bir ortamdan etkileşimselliğin ağır bastığı bir anlayışa doğru gidilmesini mümkün kılmıştır. Osmanlı modernleşmesi, bu konuya sosyal bilim kavramlarıyla değil duygusal tepkilerle ya da düşünce kalıplarını ödünç aldıkları Avrupa-merkezli egzotikleştirici söylem kalıplarıyla bakanların zannettiği gibi, bir tercih (dolayısıyla “yanlış tercih”) konusu değildi; kaçınılmaz bir tarihsel zorunluluktu. Üstelik bu dönüşüm süreci salt ‘batılılaşma’ olarak da nitelendirilemez; gelişen şehir hayatı, dış dünyayla temas, mübadele biçimlerinin çeşitlenmesi ve karmaşıklaşması, benzer yönelimlerin gözlemlendiği her yerde olduğu gibi, modern eğilimlerin uç vermesine neden olmuştur. Rasyonelleşme, standartlaşma, dünyevileşme gibi başlıca eğilimler, modern düşünme ve yaşama biçimine evrimleşmenin başlıca özellikleri olarak ayrıştırılabilir. Kuşkusuz, geri kalmışlık telaşıyla yapılan reformist hareketler birçok çelişkiyi de bünyesinde barındırmaktaydı; ancak diğer yandan değişme, yine hâkim kalıp yargıların aksine, yalnızca devlet katında, seçkinlerin bir projesi olarak vuku bulmamıştır. Gündelik hayat, özellikle ticarî hareketlilik, göç, kültürel çoğulluğun dönüştürdüğü büyük kentlerde modern eğilimleri ortaya çıkaracak yönde bir dönüşümün içine girmiştir. Bu dönüşümün en somut göstergesinin bir şehirli popüler müzik beğenileri ortamının oluşması olduğu ifade edilebilir. Nitekim, özellikle on sekizinci yüzyıl sonlarından itibaren bir yandan eski yüksek sanata sâdık kalmaya, diğer yandan yükselen popüler beklentilere en iyi şekilde yanıt vermeye çalışan, Hammâmîzâde İsmail Dede Efendi’den başlayan bir bestekârlar silsilesinin varlığı, modernleşme yönünde şehirli bir kültür ortamının oluşmaya başladığını gösteren en önemli işaret olarak okunabilir. Zaten müzik, modernleşme sürecinin bütün çelişki ve yönelimlerini barındıran, toplumsal hayatın simgesel düzlemini en iyi şekilde taşıyan bir vektör niteliğini haiz başlıca kültür üretimi alanı olarak ayrıştırılabilir.
On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, Osmanlı Devleti mutlak bir siyasî gerileme içine girmişken, kültür hayatında dikkate değer bir canlanma gözlemlenmekteydi. Büyük ölçüde İstanbul çevresinde kısıtlı kalmakla birlikte, dünyadaki düşünce hareketlerini takip eden, memleketin nasıl kurtarılabileceği konusunda felsefî, siyasî ve sosyolojik çözümlemeler yapabilen bir aydın tipi ortaya çıkmıştır. Yine siyasî ölçekte mutlak bir kaybedişe sahne olsa da II. Abdülhamid dönemi, eğitim alanında önemli atılımların yapıldığı bir süreci oluşturur. Nitekim, bu her düzeyde uzmanlık okullarının açıldığı eğitim ortamı, çarpıcı bir şekilde kısa sürede çok boyutlu, farklı kültür kaynaklarından beslenmeyi bilen, içinden türedikleri tarihsel mirası iyi hazmetmiş ancak aynı zamanda çağdaş dünyanın yönelimlerini iyi sezen kültür insanlarının şekillenmesine yol açmıştır. Türk Makam Müziği’nin on sekizinci yüzyıl başlarından beri süregiden estetik, üslûpsal, kavramsal dönüşümü, on dokuzuncu yüzyıl sonu (Osmanlı fin-de-siècle’i) Osmanlı müzik insanlarının elinde kuramsal bir sistemleştirmeye erişmiştir.
Bu Osmanlı müzik insanları, modern anlamda birer intellectuel complet (kâmil münevver) olarak nitelendirilebilir. Türk Müziği’ne yeni bir yön veren, tarihsel dönüşümün yönünü iyi sezip yeni bileşimler yapmaya yönelen bu kuramcı-sanatkâr figürlerin başında kuşkusuz Rauf Yekta Bey gelir.
Rauf Yekta (1871-1935), dünyanın içine girdiği hızlı siyasî ve kültürel dönüşümün farkında olan, Osmanlı müzik mirasını iyi hazmetmiş, bunun yanı sıra Avrupa kültür dünyasını epeyce iyi tanıyan bir modern aydın olarak tanımlanabilir. Rauf Yekta Bey, bir yandan Mevlevî geleneğinin bir parçası olarak yetişmiş, diğer yandan Osmanlı kozmopolit kültür ortamının farklı kaynaklarından beslenme fırsatı olmuş, bunları çoğulcu bir sanat ve düşün potasında bileştirmeyi başarmış bir aydındır. Arapça, Farsça, Ermenice, Rumca dillerine vâkıf veya âşinâ olduğu kadar ileri düzeyde Fransızca hâkimiyeti olan bir kültür figürü olarak Rauf Yekta Bey, tipik bir Osmanlı bestekârı olmanın ötesine geçmiştir.
Osmanlı müzik dünyasında, geleneksel bestekâr konumu, esas olarak bir zanaatkâr imgesinde somutlaşır. Önemli ölçüde dinsel bir karaktere de sahip olan bu zanaatkâr, varlık nedenini yenilikçi bir ilerlemecilikte değil, doğruluğuna ilişkin kuşku taşımadığı, yüce sanat olarak kutsadığı geleneksel müziğe sâdık bir yolda kendince nâçizâne bir katkı yapmakta buluyordu. Oysa yirminci yüzyıl eşiğindeki bilimsel ve sistemli bilgiyle donanmış müzik insanları, kendilerini hem sanatkâr hem bilim insanı olarak görüyorlardı. Rauf Yekta Bey, bu yeni tür entelektüel sanatkâr rolünü en iyi benimsemiş, bunun ardındaki düşünsel birikimi en iyi hazmetmiş müzik figürlerinden biri olmuştur. Sözcüğün toplumbilimsel anlamıyla modern bir kişilik olarak tanımlanabilir. Ancak bu modern kavramının, tarihin belli bir döneminde, belli bir coğrafî bölgede, belli koşullar altında yaşanmış mutlak bir deneyim tipi olmadığının altını çizmek gerekir. Bugün artık, en azından sosyal bilimlerde, modern kavramının mutlak bir kültürel durum olmadığı, modernleşmenin, ticarî, kentli, çoğulcu ilişkilerin yoğunlaşmasıyla beliren bir eğilim olduğunu biliyoruz; modernleşmeyi soyut bir ‘batı’yla özdeşleştirmek yerine, her toplumun uygun koşullar altında kendine özgü bir modernleşme yolu çizebileceğini vurgulamak gerekir. Rauf Yekta Bey ve onun kuşağının mensubu aydınlar, bu kendine özgü modernlik deneyiminin kavramsal temellerini ve yöntemsel araçlarını üretmeye çalışmışlardır. Nitekim Rauf Yekta Bey, Türk Makam Müziği’nin tarihsel mirasını kayda geçirmek (Dârülelhan Tasnif ve Tesbit Heyeti), ses sistemini hem akademik hem pedagojik anlamda bilimsel temellerde düzenlemek, Türk Müziği’nin geçmişine ilişkin araştırmalar yapmak, Avrupa’da Türk Müziği’ni yabancı dilde tanıtan kapsamlı ansiklopedi maddesi yazmak (Lavignac, “La musique turque”), deneysel çalışmalara (opera tasarlamak) yönelmek gibi etkinlikleri böyle bir yöntemsel kaygıyla yerine getirmeye çalışmıştır. Bu etkinliklerin her birinde modern eğilimlerin temel özellikleri olan rasyonelleşme, standartlaşma, sistemleşme, öngörülebilir bir bağlam oluşturma, geçmişin envanterini çıkarma, yazılı olarak kayda alma ve ilerlemeci bir anlayışla bütün bu birikimi yeni bileşimlere dönüştürme amaçlarını doğrudan gözlemlemek mümkündür. Benzer girişimleri onun çağdaşı Ali Rifat Çağatay’da da görmek olasıdır. Her iki isim de Türk Makam Müziği’nin değişen dünyada var kalabilmesi için iki koşulun vazgeçilmez olduğunu görmüşlerdi: (1) Geçmişin sistemli bir envanterini çıkarmak; (2) tarihsel karakteri kaybetmeden yenilikçi denemeler yapmak.
Osmanlı fin-de-siècle’i kuşağı, aynı zamanda bugün Türkiye’de ciddi siyasî gerilim kaynağı, ideolojik kutuplaşma nedeni ve göstergesi olan tutumları, sorunsuz, çelişkisiz bir şekilde zihinlerinde bileştirmişlerdi. Doğu-Batı yapay ayrımı, onların düşünce dünyalarında son derece geçirgen bir düzlemin görüntüleri olarak tasavvur ediliyordu. Din ve bilimsel düşüncenin bir çelişki oluşturmadığını, Rauf Yekta Bey’in, Mevlevî kimliğini modern tutumla buluşturmasında, Türk müzik tarihini nesnel bir bakışla değerlendirmesinde, öğretmen, icracı, bestekâr rollerindeki gelenek-gelecek dengesini kurmasında gözlemleyebiliriz. Üstelik bu ikilikleri aşan zihniyet yapısı, istisnaî değil, o dönemin insanlarının sıklıkla gözlemlenen bir karakter özelliği olarak teşhis edilebilir.
Rauf Yekta Bey, yalnızca bir bestekâr değil, bütün bu özellikleriyle İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Konservatuarı tarafından Atatürk Kültür Merkezi desteğiyle düzenlenen Uluslararası Rauf Yekta Sempozyumu’nda incelendi ve anıldı. Müzik tarihçisi, müzikolog Prof. Dr. Nilgün Doğrusöz’ün yönetiminde 6-8 Ocak 2023 tarihlerinde düzenlenen çevrimiçi sempozyum, farklı kurum ve disiplinlerden gelen araştırmacıları bir araya getirdi. Aynı zamanda Rauf Yekta Bey’in eserlerinden örnekler sunan konserlerin verildiği, taş plak dinletisinin olduğu sempozyum, bu değerli müzik insanının sanatsal ve bilimsel üretimlerinin ya da onunla ilgili kişi ve kavramların adlarını taşıyan dokuz oturumdan (“Yavuz Yektay-Cem Yektay”, “Mehmet Atâullah Dede”, “Abdülkadir Merâgî”, “La Musique Turque”, “Esatiz-i Elhan”, “Ahiretlik”, “Nâyî Osman Dede ve Kevserî”, “Millî Tekbir”, “Şehbal”) oluşuyordu. Bir kapanış oturumuyla sona eren sempozyum, tam Rauf Yekta Bey’in arzu edeceği gibi yüceltme/tapınma ile eleştiri adı altında küçültme arasındaki dengeyi iyi koruyan bir etkinlik olarak nitelenebilir. Bu özelliğini de ideolojik saplantılarla değil bilimsel merak itkisiyle donanmış olmaktan alıyordu. Kuşkusuz sempozyumun bu niteliği, düzenleyicilerinin tutumlarıyla yakından ilgilidir. Bu başarıda Nilgün Doğrusöz ve onunla bu yolda elbirliği etmiş zeki, üretken, donanımlı, yenilikçi gençlerden oluşan kadronun, Türk Müziği’nin geçmişine sahip çıkan ancak geleceğe yönelik çalışmalara yön veren yaklaşımı takdiri ve alkışlanmayı fazlasıyla hak ediyor (https://rys.itu.edu.tr/anasayfa). Nitekim aynı ekip 2018 yılında, Rauf Yekta Bey’in terekesinin küçük bir kısmının incelenmesinden yola çıkarak Rauf Yekta Bey’in Musiki Antikaları başlıklı özel ve özenli kitabı yayına hazırlamıştı (https://www.akmb.gov.tr/Haber.aspx?HaberId=1284). Bununla birlikte, Rauf Yekta arşivinin tamamı, uzun yıllardır müzminleşmiş bir sorun olarak, maalesef araştırmacılara açılamıyor. Karmaşık bir telif bedeli sorunu nedeniyle, Türk Müziği’nin en değerli araştırmacı ve sanatkârlarından birinin belge, nota, mektup, kitap, vb. içerikli arşivi, keşfedilmemiş bir Mısır kral mezarı gibi, açılacağı günü bekliyor.
Rauf Yekta Bey, geçmişe saplanıp kalmış bir nostalji karikatürü olmadığı gibi, ilerleme düsturunu her ne pahasına olursa olsun benimseyen bir fanatik pozitivist de değildi. Günümüz Türkiye’sinin miyarı bozulmuş, amacı yitmiş, şiddeti artmış ideolojik kutuplaşmalarının üstesinden gelebilmek için önemli bir ders kaynağı…
ALİ ERGUR
1 Şubat 2023, Denizli