Yılın sonunu Almanya’nın bir şehrinde kısa bir geziyle taçlandırmak mutadımız olmaya başladı. Bunca çatışma, kavga, sömürü ve adaletsizlikle dolu dünyanın, gerçeküstü bir trajik parodiye dönüşen memleketin kısa süreliğine dışına kaçmak, su dolu bir mağarayı yüzerek geçmeye çalışırken küçük hava ceplerinde soluklanmaya benziyor. Yapay ve geçici de olsa bir şenlik havasını, güzel tatlar ve renkler içinde hissetmek, küçük bir detoks etkisi yapabiliyor. Ancak böyle bir geziyi, çağın ruhuna uyarak salt tüketim ve görselleştirme saplantısına boğmak, yine kaçtığımız sıkıcı gerçekliği, bir başka boyutuyla yeniden üretmek anlamına gelirdi. O nedenle, tüketim etkinliklerinden ve fotoshop’lu mutluluk pozu enstantanelerinden ziyade, ruhumuza tedavi amaçlı (profilaktik de denilebilir!) seçtiğimiz kültür etkinliklerini ajandamızdan eksik etmemeye gayret ediyoruz. Bu karmaşık ve zor yılın sonunu, ailevî bağlarımızın da olduğu Berlin’e kısa bir gezi yaparak noktalamaya karar verdik.
İklim değişmesinin artık ete kemiğe büründüğü garip hava olaylarına tanık olduğumuz (ardı sıra büyük sıcaklık iniş çıkışları, kara kış olması gereken mevsimde yaz standartlarına yakın düzeylere ulaşmak, vb.), ancak tüketimi marifet, üretimden kopmayı erdem bilen çoğu kişinin “güzel havalar” olarak coşkuyla karşıladığı bu garip durumlar, gezegenin mâruz kalmaya başladığı tehlikeyi açıkça ortaya seriyor. Aralık ortası için epeyce ılık sayılabilecek bir havada İstanbul’dan yola çıkıp iki buçuk saat sonra Berlin’e indiğimizde bizi şehrin derin dondurucu soğuğu karşılıyor. Küçük Ağrı Dağı’nın soğuğuna karşı askerlik yıllarımda kullanıp hâlâ gardrobumda sakladığım saf yün içlik, iç kazağı ve kar maskesini yanımda götürmem işe yarıyor. Buna rağmen, ortalama -70C civarında seyreden sıcaklık sinsi rüzgârla katlanarak içe işliyor. Bu ahval ve şerâit içinde dahi efsanevî Berlin Filarmoni Salonu’nda (Die Philarmonie) ses evrenimizi zenginleştiren bir konsere gitmekten vazgeçmiyoruz.
İkinci Dünya Savaşı’nın son döneminde, müttefik kuvvetlerinin Berlin’e doğru hareket ettiği bir dönemde, Berlin Filarmoni Orkestrası konser vermeye devam etmiş, son konserini 12 Nisan 1945’te tamamlamış. Bundan sonra sokak çatışmaları, bombalamalar, bir kültür hayatının süregitmesini engellemiştir. Nitekim konser salonları hava bombalamalarında kullanılamaz hâle gelmiştir. Kızıl Ordu’nun Berlin’e hâkim olmasından iki ay gibi kısa bir süre sonra, Sovyet yöneticileri Berlin Filarmoni konserlerinin yeniden başlaması işin girişimlerde bulunmuştur. Bununla birlikte, Berlin Filarmoni Orkestrası, 1960’lı yıllara kadar kısmen göçebe bir orkestra olarak kalmıştır. Nihayet 1961 yılında başlayan inşaat 1963’te tamamlanmış, mimar Hans Scharoun’un sıra dışı beşgen tasarımı, tam o dönemin ruhuna uygun bir estetiği somutlaştırmıştır. Orkestrayı ortaya alıp seyirciyi dört bir (hatta beş bir) yana dağıtan bir oturma düzeni, o zaman için epeyce yenilikçi bir adım olarak nitelenebilir. Biz de 1960’ların ruhunun, bizzat Herbert von Karajan’ın hayaletinin, gizli bir otorite ve kurumsallık gücü olarak koridorlarında, koltuklarında, sahnesinde dolaştığı o büyülü salona, dışarının soğuğundan olduğu kadar, dünyanın tekinsizliğinden kaçmak için de sığınıyoruz. Berlin Filarmoni Salonu’ndayız; ancak orkestra, Berlin Filarmoni değil; radyo orkestrası olarak bilinen Deutsches Symphonie Orkester. Güçlü ve karakterli tınısı, mükemmel entonasyonu, dengeli ses dağılımı ve özgün yorumuyla biletleri aylar önceden tükenen Berlin Filarmoni’yi aratmayan bir profesyonel düzeyi deneyimlemenin hazzını yaşıyoruz.
Alman Senfoni Orkestrası’nın 18 Aralık Pazar akşamı verdiği konserin programı geç-romantikler olarak da nitelenebilecek iki kilometre taşı bestecinin eserlerine ayrılmıştı. Birinci bölümde Edward Elgar’ın Op.61 Orkestra ve Keman için Si minör Konçerto’su, ikinci bölümde ise Richard Strauss’un görkemli orkestra yapıtı Op.40 Ein Heldenleben (Bir Kahraman Hayatı) başlıklı eseri yer aldı. Bir İngiliz olarak aykırı bir figür olan Sir Edward Elgar, kendini yetiştirmiş, Protestan kültüründen ziyade Katolik dünya görüşüne yakın durmuş, hayatındaki aşkların ruhuna etkisini eserlerine çeşitli gizem kodları hâlinde yansıtmış bir besteci olarak nitelenebilir. Elgar, birçok büyük çaplı üretiminin yanı sıra öncelikle Enigma Çeşitlemeleri eserleriyle tanınır. Bununla birlikte Op.61 Keman Konçertosu, onun 1910 yılında tamamlandığı, aynı yıl seslendirilen, büyük beğeni toplayan son büyük eseri olarak anılır.
Deutcshes Symphonie Orkester 18 Aralık konserinin birinci bölümünde, keman dağarının şaheserlerinden biri olan bu eseri Norveçli genç keman sanatçısı Vilde Frang yorumladı. Orkestrayı ise yine görece genç yaşına karşın, sağlam kurulmuş bir becerinin yansıması olan güler yüzlü otoritesini hissettiren İtalyan asıllı Britanyalı şef Robin Ticciati yönetti. Vilde Frang, yumuşak ve kuzeyli dinginliğine uygun bir arşe kullanımına sahip olsa da eserin örtük coşkusunu açığa çıkarmayı çok iyi becerdi. Frang’ın su gibi akan yorumunda sanki bütün eser tek bir legato içinde erimiş bir esrime ayinine dönüştü. Frang’ın duru çalışı, romantik ruha aykırı olmamak bir yana, onu bir anlamda ters bir açıdan mükemmelen karşılıyor: Vilde Frang’ın yorumu, romantizmi nevrotik taşmalar olarak değil, rasyonel bir duygusallık (bu tanımı Max Weber’i mezarında ters döndürmek pahasına kullanıyoruz!) olarak tekrar örgütleyen bir anlayışı temsil ediyor. Özetle Vilde Frang, eski usûl bir romantizmin muhiblerine çok fazla hitap etmese de billur bir nehir gibi akan parlak bir keman yorumu örneği sundu. Deutsches Symphonie ise solistle hem tını hem duygu birliği anlamında mükemmel bir uyum gösterdi. Bu uyumda kuşkusuz Robin Ticciati’nin müziğin her notasına hâkim ve yapıcı bir şef olmasının payı büyük olsa gerek. Konserin ikinci eseri ise Richard Strauss’un Op.40 Ein Heldenleben adlı eser oldu. Strauss senfonik şiir olarak nitelenebilecek eserinde, bir kahramanın hayatını anlatır; ancak bu belli bir tarihsel şahsiyet değildir. Strauss, birçok konuda olduğu gibi gizem yaratmayı sever; kahramanın esin kaynağına ya da aslında kim olduğuna ilişkin açıkça bilgi vermediği gibi, bunun genel bir kahraman imgesi olduğunu ifade etmesine karşın, farklı zamanlarda, bu kişinin kendini simgelediğini de imâ etmiştir. Bu kahramanın kim olduğu ya da sahici biri olup olmadığının bir önemi yok görünüyor; zira eser, bir kahramanın (Gilgameş, Odysseus, Alper Tunga, Roland, Selahaddin Eyyûbi, Siegfried…) zorluklarla dolu ancak zaferle sonuçlanan mücadelesini anlatır. Eser, birinci bölümün sonlarına doğru olan dramatik durma ânı dışında, sekiz bölümlük kesintisiz bir anıtsal müzik mimarisi örneği oluşturur. Bu açıdan Türkiye’de senfonik müzik konser dinleyicisi için biçilmiş kaftan diyebiliriz: Bölüm arası olmayacağı için bölüm arası itkisel alkış histerisi de olmayacaktır! (Tabii, birinci bölümdeki o durma arasında alkışın patlamayacağını garanti edemeyiz. Yıllar önce İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın bir konserinde George Enescu’nun 1 numaralı Romen Rapsodisi çalınırken, halk danslarından esinlenen ve git gide temposu ve gürlüğü yükselen müziğin bir noktada havada asılı kaldığı birkaç saniyelik es sırasında coşkulu bir alkış patlatıldığına, şefin seyirciye dönüp susmasını işaret ederek çaldırmaya devam etmesine tanık olunmuşluğun görgül verisiyle konuşuyoruz! Ayrıca sayısız benzer durumun tanıklığını birçok müzik yazarının deneyimlerinde okumak mümkündür.) Deutsches Symphonie, özellikle bakır üflemelilerin parıldayan tınısı ve mükemmel uyumuyla eserin hakkını fazlasıyla verdi. Her iki bölümde de şef bis yapmadı; alkışlar bis’e eğilim gösterse de bu tutumundan ödün vermeden konseri nazik bir selamlamayla bitirdi.
Konser bitiminde buzdan bir Berlin’in parıltılı, ancak mâlum yakıt krizi nedeniyle 22:00’de son bulan Noel aydınlatmasının büyülü ortamına dağılıyoruz. Kısıtlamalarla da olsa yeni yıl için içimizde umut ışığı yakan bir şenlik havası, savaşsız, kavgasız, âdil bir dünyanın hayaliyle, sokaklardan içimize doluyor.
Yeni yıl hep yeni umut… Sihirli değnek beklemek yerine, onun için mücadele etmek koşuluyla…
ALİ ERGUR
1 Ocak 2023, Denizli