Kent yalnızca mekân değildir; gelişigüzel bir yerleşme, bağlantısız topluluk hayatları, ortak ülkülerden yoksun insan ve bina yığışımları hiç değildir. Kent, bir kültür dünyasıdır; hâtta onu başlı başına bir kültürdünya olarak tanımlayabiliriz. Sahici bir kent, fizikî büyüklüğü ne olursa olsun, özgünlüğünü ve karakterini mekânın somut varlığından değil, ona ruh veren hayat tarzı, üretim ilişkileri, alış-veriş düzeni ve duygular etkileşiminden alır. Kuşkusuz, fizikî büyüklük tamamen önemsiz değildir; zira metropol olgusunun karmaşıklığını ilk fark edip bu konuda incelikli çözümlemeler yapan düşünür Georg Simmel (1858-1918), büyük sanayi kentinin en önemli özelliğinin karşıtlıkların bir arada bulunması olduğunu altını çizmiştir. Kent hayatı, bireyi bir yandan özgürleştirirken, diğer yandan onu anonim bir kalabalığın içinde var oluş anlamını yitiren bir unsura dönüştürür. Hâtta Simmel, modernliğin, git gide genişleyen nesnelleşmiş bilgi (bilimsel bilgi ve yöntem) karşısında öznelleşmiş bilginin (bireyin öznel iç dünyası) hızla küçülüp bir hiçlik hissi yarattığının altını çizmiştir. Marx’ın emek sürecinde tanımladığı yabancılaşma olgusu, Simmel’in çözümlemesinde, öznelliğin sönümlenmesine neden olan bir var oluş sorunu olarak yeniden kavramsallaştırılmıştır. Bununla birlikte, her ne kadar bireyin öznelliğini kısmen öğüten bir hayat kurgusu olsa da modern kent, tartışmasız bir şekilde bireyi aynı zamanda özgür kılan bir yerdir; üstelik ona anlamsızlık hissi yaşatan anonimlik, aynı anda ona, içinde görünmez olabileceği bir tanımadıklar toplamı ortamı sunar; özgürleştiren gücü de buradan gelir.1 Diğer yandan, kentin bir kültürdünya olması elbette yalnızca modern sanayi (günümüzde ise sanayi-sonrası) kenti için geçerli bir özellik değildir. İnsanlık tarihinde, ‘kent’ olarak nitelendirebileceğimiz (köyden farklı olarak mekânsal büyüklük ve karmaşıklık, işlevlerin çoğulluğu, göreli de olsa ticaret hayatının varlığı, vb.) ilk yerleşmelerde bile, farklılıkların karşılaşmasının mümkün kılınması bakımından, belli bir kültür etkileşimleri düzeninin var olduğunu, bunun da değişme ve dinamizm kaynağı oluşturduğunu belirtmekte yarar vardır. İlk Sumer kentleri, milattan önce dördüncü bin yıl içinde ortaya çıkmaya başladığı zaman, tarımın sağladığı artı-değerin yanı sıra belli bir ticaret hareketliliğini de barındırıyorlardı. Çağlarına göre gelişkin bir uygarlık oluşturmalarının özünde bir kültürdünya şekillendirebilmek vardır. Her durumda, kent, kültür etkileşimlerinden bağımsız düşünülemez.
Yeryüzünde var olmuş, var olan kentler içinde bazıları ise dünya çapında kültürel değere ve öneme sahiptir. Bu kapsamda birçok kent adı zikredilebilir. Her biri ayrı dönemlerin özelliklerini taşır. Bununla birlikte, dünyada pek az kadîm kent niteliğine sahip kent vardır. Hâtta İlber Ortaylı’ya göre dünyada aslında iki büyük kent vardır: Roma ve İstanbul. Diğerleri yapay ve geçici olanlardır. Ortaylı’nın bu değerlendirmesi, satır arasında, bizim de paylaştığımız temel bir yargıyı barındırır: Roma İmparatorluğu devam etmektedir. Bizler onun mirasçıları ve türevleriyiz. En azından en geniş sınırlarıyla Akdeniz havzası, kuzeyi dâhil Avrupa ve mücavir alanları bu tanıma dâhildir. Roma, tarih içinde siyasî, dinsel (pagan, İlksel Hristiyan, Katolik, Ortodoks, Müslüman), jeo-stratejik el değiştirmelerle varlığını korumaktadır. Ayrıca Roma, bir kültürdünya empirium’u olarak yaşamaya devam etmektedir. İşte bu perpetuum culturalis içinde, İstanbul merkezî bir önemi hâizdir. O nedenle Roma, gelip geçici bir devletin değil, bir kültürdünyanın adıdır. Son olarak onu Türkler kendine mâl etmiş, İstanbul kültürdünyasını zengin bir etkileşimler havzası hâline getirmiştir. İstanbul, bu nedenle başlı başına ayrıcalıklı bir kültür çevresi olarak nitelenebilir.
Bununla birlikte, bugünün İstanbul’u, bu tarihsel kimliğine yakışmayan, hâtta ona ihanet ederek durmaksızın genişleyen, bir anlamda intihar eğilimli bir büyüme arz eden metastazlaşmış bir habis neoplazmaya dönüşmüştür. Liberal ideoloji güdümlü pazarlamacıların, İstanbul’u insicamsızca şekilden şekle sokup abartılı bir postmodern söyleme dönüştürmeleri bile bu patolojik eğilimi tersine çevirememektedir; zira sorun tekil kapitalist girişimlerin ruhsuz ama şık yapıntılarını (örneğin Galataport) inşa etmenin ötesinde, kenti, kültür üreticisi hâline getirecek toplumsal koşulları yaratacak politikaları benimsemektir. Çözümü ise en makro yaklaşımlardan (kültür ve eğitim politikaları) en mikro ölçekli girişimlere kadar (yerel yönetimlerin odaklanmış ama işlevsel projeleri) geniş bir yelpazede ortaya konacak uygulamalara bağlıdır. Oysa Türkiye 1980’den bu yana (askerî darbe ve piyasacı kamu politikalarının benimsenmesi) aşamalı ve kararlı bir şekilde kültür ve eğitim alanında geriletildi. Ortaya akıl, vicdan, bilinç, bilgi gibi kültürel incelmenin temel koşullarını oluşturan insanî vasıfları silinmiş; bi’atla, söylemde maneviyata gerçekte maddeye îmanla, söndürülemez hınç ve onun doğal sonucu yapısal şiddetle biçimlenmiş bir birey tipi çıktı. Madde ve anti-maddenin bir arada bulunamayışı gibi, her tür gelişmeci kültür üretiminin önünde engel oluşturan bu insan tipinin oluşturduğu kitle, İstanbul’un metastazlaşmış manzarasının en önemli nedenidir. Tekil ve yalıtılmış kültür adalarında bazı nitelikli üretimlerin yapılıyor olması, İstanbul’u bir kültürdünya yapmaz; kültür üretiminin hem yüksek nitelikli olması hem geniş bir hinterlanda yayılan toplum hayatının değerleriyle bütünleşmesi gerekir.
İstanbul’un kültürel gerileyişi karşısında, çeşitli kültür aktörlerinin çabalarına tanık olmaktayız. Bunlar görece yerel ve kısıtlı kalsa da sürekli şikâyet eden ya da liberalizmle işbirliği yolunda ruhunu satan mağlup aydın tutumuna bir alternatif olmaları bakımından takdire değerdirler. İstanbul’un kültür mirasını müzik üzerinden takip ederek kalıcı bir eser, bir kilometre taşı bırakma düşüncesi tanburî ve hânende Hakan Dedeler’i, müzik ve İstanbul ilişkisini ayrıntılı bir şekilde irdeleyebileceği bir girişime sevk etmiş. Hâlâ her cenahtan kimilerinin besin kaynağı olan Doğu-Batı, eski-yeni, geleneksel-modern, Türk Müziği-Batı müziği, teksesli-çoksesli, vb. anlamsız ikiliklerin ötesine geçen bir kültür anlayışının genç kuşak müzisyenlerde yaygınlaştığını görmek, dünyaya daha çoğulcu ve etkileşimci bir anlayışla baktıklarını görmek bize bu karanlık günlerde umut kaynağı oluyor.
Hakan Dedeler, bizzat müzisyen olarak, zaten 3Hisar grubuyla birlikte yaptığı çalışmalarda bu anlayışı estetik ve pratik anlamda ortaya koyan bir müzik insanı olduğunu kanıtlamıştı. Ancak kuramsal veya akademik anlamda da böyle bir çoğulcu kültür anlayışını, değerli bir eserle taçlandırma yönelimi, onu kültür üretimi alanında ayrıcalıklı bir konuma yerleştiriyor.
Hakan Dedeler, müzik alanında araştırma yapan, düşünce üreten başlıca kişileri özgün projesi kapsamında bir araya getirmiş. Müzik İstanbul başlığını taşıyan hacimli bir kitapta2 (996 sayfa), İstanbul’un bir kültür tarih-coğrafyası olarak kayda geçirilme çabasını hissediyoruz. Müzik İstanbul, sekiz bölüm altında otuz beş yazarı bir araya getiriyor. Bu tür editörlük çalışmaları çok zahmetli ve zordur; zira genel bir yazarlar sosyolojisi kapsamında, mutlaka son teslim tarihinden önce makalesini düzgün bir şekilde gönderenler ve mutlaka ek süreler isteyip yine de yetiştiremeyenler olur. Özellikle hatırlı hocalara genç editörün sözü kolay geçmeyeceği için, bu asimetrik iktidar oyununu peşinen kaybedecek, bu durum ise görevini zamanında yapanlara adaletsizlik olarak fatura edilecektir. Hakan Dedeler bu zorlu ve çetrefilli mücadeleyi ustalıkla yönetmiş olmanın haklı gururunu yaşıyor. Ortaya hem içeriği hem cismiyle sahici bir eser çıkmış. Dedeler, yürekten bir kutlamayı hak ediyor. Yazarların hepsi kendi alanında kendini kanıtlamış isimler; bu tür kitaplarda akademik unvanları yazmanın sanıldığı gibi saygı belirtisi olmayacağını belirtmekte yarar var; ama Hakan Dedeler’in kimi hassasiyetlerin baskısını üzerinde hissetmiş olabileceğini de anlıyoruz. Diğer yandan, böyle iddialı ve kapsamlı bir projeye girişme konusunda, bir yerel yönetimin cesaret etmesi de ayrıca takdiri gerektiriyor. Bir ilçe yerel yönetimi olan Esenler Belediyesi, nitelikli bir esere destek verecek vizyona sahip olduğunu somut olarak kanıtlamış. Projede emeği geçen kültür işleri sorumluları Hasan Taşçı ve Cihan Dinar, kitabın titiz edisyonunda büyük pay sahibi aktörler. Ayrıca minyatür çizimini yapan İsmihan Züleyha Dedeler ve kaligrafi çalışmasıyla kitabın iç kapağına özel bir dokunuş yapan Erhan Olcay da görsel anlamda katkıda bulunmuşlar. Bu emekçilerin yanı sıra, bizatihi Esenler Belediye Başkanı M. Tevfik Göksu hem Müzik İstanbul projeyi destekleme kararıyla hem yazdığı sunuş metnindeki, kültür duyarlılığını hissettiren üslûbuyla (oysa genellikle bu tür yazılar çok şeklî ve yasak savma kabilinden olurlar) kitaba önemli bir dokunuş yapıp Türkiye’nin hızla çölleşen kültür hayatına can suyu veriyor.
Müzik İstanbul; Tarih, Teori ve Eğitim, Bestekârlar ve Güftekârlar, Sazlar ve Sâzendeler, Halk Müziği, Dinî ve Tasavvufî Müzik, Avrupa Müziği, Popüler Müzik bölümlerinde oluşuyor. Her birinde birbirinden farklı konuları ele alan yazarlar, temel düşünce ekseni etrafında buluşturulmuşlar. Hakan Dedeler’in bu açıdan düşünsel bir başarısı da söz konusu. Bu bölümler ve makalelerin genelinde, kimilerine hâlâ ideolojik yakıt (ve ödül) sağlayan o meşhur Doğu-Batı ayrışması (alış-verişi, husumeti, diyaloğu ve tabii “köprü”sü gibi muhtelif sürümleri mevcuttur!) ve ona içkin olan kültürel özcülük patolojisi (“biz bize benzeriz ve böyle üstünüz” ya da “biz Doğu’yuz, başka bir şey değiliz”, “üstün Batı”, “kahpe Batı”, vb.) pek barınamıyor. Genç müzik insanlarının, en azından düşünsel gelişkinlik umudu veren bir kesiminde, eski anlamsız ayrışmaların silinmeye başladığını görmek sevindirici bir eğilim olarak değerlendirilebilir. Hakan Dedeler böyle bir çabanın önemli aktörü olduğunu Müzik İstanbul kitabıyla kanıtlıyor. Artık Türkiye’nin müzik tarihine, mirasına, sorunlarına, gündemine Doğu-Batı şeytanîleştirmeleriyle değil, küresel kültür oluşum biçim ve hızına uygun bir zihniyetle bileşimci açıdan yaklaşmak gerektiğini idrak etmeliyiz. Hakan Dedeler, Müzik İstanbul kitabıyla bu tarihsel zorunluluğu hissettirme yolunda önemli bir katkı yapıyor.
Müzik İstanbul bir prestij yayını olarak basılmış durumda; ancak Esenler Belediyesi, yine ileri görüşlü ve demokratik bir anlayışla eseri çevrimiçi erişime de açmış. Arzu eden okuyucu internet üzerinden bu esere erişebiliyor: https://esenler.bel.tr/sehir-dusunce/yayinlar/muzik-istanbul/
Müzik İstanbul kitabı, İstanbul’un çölleşen ya da ancak kapitalist kârlılık kaynağı olarak şekillenen cılız kültür çevresine, müziğe çoğul bir bakış getirerek göz ardı edilemeyecek bir katkıda bulunuyor. Müzik İstanbul, İstanbul’u, yitirmiş olduğu kültürdünya olma niteliğine yeniden döndürme çabaları içinde değerli bir yere sahip.
İstanbul’un devasa bir taşra safrasına dönüşmesini önlemek istiyorsak, Müzik İstanbul gibi birçok eser üretmemiz gerekir. İstanbul’u bir kültürdünya kılmak için onu önce müzikdünya yapmak gerekir. Kuşkusuz yasakla, baskıyla, tahakkümle, düşmanlaştırmayla, öfkeyle, şiddetle, cehaletle, otoriterlikle olacak iş değil!
ALİ ERGUR
1 Haziran 2023, Denizli
1 Georg Simmel (1989). Philosophie de la modernité, Paris: Payot.
2 Hakan Dedeler (der.) (2023). Müzik İstanbul, Esenler Belediyesi Prof. Dr. Sadettin Ökten Şehir Düşünce Merkezi Yayınları: İstanbul.