Namık Sinan Turan’ın Portede Saklı Tarih Kitabı Üzerine
Türkiye’de tarih araştırmaları ve yazımı uzun yıllar boyunca genellikle kuru bir kronoloji sergileme etkinliğinden ibaret kalmıştır. Üstelik bu tür tarihçilik anlayışında yalnızca zaman akışı betimsel bir şekilde sunulmakla kalınmaz, siyasî olaylar homojen ve durağan bir bütünlük olarak kavramsallaştırılır. Siyasî boyutun tamamlayıcısı elbette askerî olaylardır; bunlar da taktik ayrıntılara fazla değinilmeden bir yenme-yenilme ikiliği içinde betimlenirler. Savaşların ve askerî olayların nedenleri, mevcut sosyo-ekonomik bağlamla ilişkileri, teknoloji-iktidar ekseninde temsil ettikleri anlamlar irdelenmeden, nostaljik bir anlatı hâlini alırlar. Böyle bir anlayışın sonucunda, tarih, aslında bugünün siyasî gündeminin şekli değiştirilmiş bir yansıması olarak işlev görür. Tarihe salt ideolojik bir anlam yükleme eğilimi, doğal olarak, geçmişin olaylarını olgusallıkları içinde değil, idealleştirilmiş imgeleri ekseninde tasavvur etme arzusunda tezahür eder. Böyle bir tarih tasavvuru ve yazım pratiği, kaçınılmaz olarak bir yandan yoğun bir ideolojik mahiyet, diğer yandan fevkalâde yüzeysel, derinliksiz, düşünsel içerikten mahrum bir özellik arz eder. Bütün çeşitliliği dâhil olmak üzere, muhafazakâr ideoloji, varlığını muhayyel bir geçmiş imgesinin yüceltilmesine dayandırdığı için tarih disiplinini kendi hükümranlık sahası olarak görür. Bugün hâlâ çoğu üniversite çatısı altında, bir kısmı ise dışında (spekülatif ve mesnetsiz iddiaları “alternatif-tarih” olarak sunan dergiler, kendini “tarihçi” ilan edip duygusal tepkisellikleri devşirme peşinde olan bilim-karşıtı figürler, vb.) yerel sınırların ötesinde hiçbir varlık gösteremeyen, hele uluslararası saygın tarihçilik mecralarında geçerli hiçbir üretimleri olmayan sayısız tarih bölümü, kurumu, yayını ve aktörü varlığını sürdürmektedir. Bununla birlikte, özellikle 1980’li yıllardan itibaren, tarih yazımında özgün, analitik ve disiplinlerarası yaklaşımı benimsemiş girişimlerin ortaya çıkmasına tanık olduk. Kimilerinin ‘sosyal tarih’, diğerlerinin ‘resmi tarih eleştirisi’ adını verdiği bu yeni tarih yazımı girişimleri, birçok kaynaktan beslenmekle birlikte, temel esin kaynaklarını Fransız Annales Okulu’na dayandırmışlardır. March Bloch (1886-1944), Lucien Febvre (1878-1956), Fernand Braudel (1902-1985), Jacques Le Goff (1924-2014) gibi kurucu isimlerin öncülüğünde gelişen Annales Okulu, tarihin kronolojik kaydını tutmayı ve salt resmî belgelerin gösterdiği gerçekliğin betimlenmesini değil, gündelik hayatın ayrıntılarına nüfuz eden, sıradan insanları da anlatının parçası yapan bir tarihçilik anlayışını benimser. Böyle bir bakış, tarih bilimini diğer beşerî bilimlerle yakın ilişkiye girmeye teşvik eder. Böylece başta sosyoloji olmak üzere, bir dizi sosyal bilim, psikoloji, coğrafya, hâtta daha yeni yaklaşımlarda doğa bilimleriyle yakın işbirliğine giren yeni bir tarihçilik anlayışı bu şekilde yaygınlaşmıştır. Tarih sahnesinin üretim ilişkilerinden bağımsız değerlendirilemeyeceğini de dikkate alan bu anlayış, ekonomik olay ve süreçlerinin izini siyasî ve toplumsal nitelikte olanlarla birlikte değerlendirmeye önemli ölçüde önem verir. Türkiye’de betimsel tarihçiliğin dışına çıkan öncü isimlerin başında kuşkusuz Ömer Lütfi Barkan (1903-1979) gelir. Onu Mustafa Akdağ (1911-1973) gibi özgün bir figür izler; görece kısa yaşamında anıtsal nitelikte az ama öz eser bırakmıştır. Her iki tarihçinin en belirgin özelliği, siyasî tarihi, ekonominin kılavuz hattını kullanarak takip etmeleridir. Bu yöntem onları az ya da çok sosyolojik bir çözümlemeye de götürür. Sosyolojiyle yakın ilişki, özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllarda Marksist iktisat tarihçileri arasında daha yaygın olarak gözlemlenir. Bu silsileye dâhil edilebilecek sayıları fazla olmasa da başka Türk tarihçileri de zikretmek mümkündür; ancak bunların arasında kuşkusuz Halil İnalcık (1916-2016) ayrıcalıklı bir yer kaplar. Onun öğrencisi İlber Ortaylı (1947) ve daha genç kuşakta Emrah Safa Gürkan (1981), Nükhet Varlık (1972) gibi isimleri saymak gerekir. Bütün bu isimler, sosyo-ekonomik yapı ve ilişkileri bütünsel bir tarih bağlamı olarak ele alırlar. Örneğin Nükhet Varlık, veba salgınlarını, Emrah Safa Gürkan casusluk ve korsanlık olgularını bir Akdeniz dünyası ticarî ilişkileri içinde anlamlandırır. Hepsi çok değerli katkılar yapmış olmakla birlikte sanatın izini sürerek tarih okuması yapan tarihçi neredeyse yoktur. İşte bu az çalışılmış sahada, üst düzey yetkinlik eseri bir girişimle Osmanlı tarihini başka bir açıdan yazan değerli bir araştırmacı olan Namık Sinan Turan, benzersiz bir kitap yayınladı.
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Namık Sinan Turan, sosyal bilimcilerin birçoğunun, eksikliğiyle mâlûl olduğu bir bilgi alanına, müzik kültürüne derinlemesine vâkıf olan bir tarihçi tipini (belki de türünün tek örneğini) temsil ediyor. Turan’ın Portede Saklı Tarih, Toplumsal Tarihin Merceğinden Müzik başlığını taşıyan hacimli kitabı İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan yayınlanarak Ekim 2022’de okuyucusuyla buluştu. Müziğin hem tarihine hem tekniğine hâkim bir bakışla Osmanlı Devleti’nin tarihini alışılmadık bir yöntemle yeniden yazmak gibi zorlu bir girişimin üstesinden alnının akıyla çıkan Turan, denenmemiş bir yoldan gitmeye cesaret edenlerin dirayetine sahip bir bilim insanının ne denli çoklu bir bilgi birikimine, geniş bir düşünsel beslenme hinterlandına ve olaylar, kurumlar, pratikler, aktörler arasındaki bağlantıları ustalıkla kurma becerisine sahip olduğunu kanıtlıyor. Namık Sinan Turan, sayısız ve birbirinden farklı türde kaynağı, her satırından akıl kristali ışıltıları parıldayan bir metni titizlikle örmek için seferber ediyor. Böyle bir kaynak zenginliği yalnızca bir kitap projesi kapsamında bir araya gelemeyecek kadar büyük ve çeşitlilik arz ediyor. Bu kitaptaki atıflar, aynı zamanda Turan’ın kültür birikiminin ne ölçüde Türkiye standartlarının üstünde olduğu konusunda bize bir fikir veriyor. Turan’ın yalnızca yazan değil, aynı zamanda okuyan bir düşün insanı olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz; zira yazmak buzdağı gibidir: Yazdığınızın on katını okumuş olmanız gerekir. Turan, çok daha fazlasını hazmetmiş bir aydın tipi; Türkiye’nin, hele bu karanlık günlerde, bu kültür çölleşmesi içinde en çok gereksinim duyduğu türden.
Portede Saklı Tarih, ilmek ilmek dokunmuş bir emek anıtı olarak nitelenebilir; zira kitabın her sayfası, müzik tarihine âşinâ okur için bile yeni bilgiler, incelikli bir çözümleme, özgün kavramsallaştırmalar içeriyor. Turan, kişilikli bir tarihçilik örneği sergilerken, müzik olgu, teknik ve aktörlerini kendi dönemlerinin sosyo-ekonomik bağlamı içine nakşedilmiş bir ilişkiler ağıyla bağlantılandırıyor. Tarihçiliğe üç boyutlu, gündelik hayat sahneleri işleyen araştırmaları daha önce gördük; ancak Namık Sinan Turan’ın çalışması, müziği uzak ya da ek bir ayrıntı olarak değil, tarih sahnesinin bizatihi kurucu aktörü olarak tasavvur ediyor. Hatta Portede Saklı Tarih’in başlıca aktörünün müziğin (tür, üslûp, dönem, gelenek, vb. ayırt etmeden, bütünsel olarak müzik) kendisi olduğu iddia edilebilir. Müzik, tarihsel koşulları, anlam öbekleri, kurduğu ilişki biçimleriyle, bir çeşit anlatıcı rolünü üstleniyor. Epik tiyatroda olayların akışını hem seyirciye aktaran hem yönlendiren hem böylece eleştirel bir konum alışı teşvik eden türden bir anlatıcılık rolünü Portede Saklı Tarih metninin her köşesinde bulmak mümkün görünüyor. Bununla birlikte eleştiri, kör kör gözüm parmağına okuyucuya dayatılmıyor. Ayrıca, Türkiye’de makbul entelektüel sayılmanın baş koşulu olan yıkıcı, patolojik derecede ironik, bununla birlikte dikkate değer herhangi bir düşünsel önerisi olmayan üslûp, Turan’ın semtine uğrayamıyor. Turan, incelikli, dengeli, bilgi-yoğun, düşünsel özgül ağırlığı yüksek bir metnin nasıl sahici bir düşünüm mecraı hâline gelebileceğini kanıtlıyor.
Portede Saklı Tarih, üç ana bölümden oluşuyor. Birinci bölüm “Geçmiş Zamanlar, Sesler, Portreler” başlığını taşıyor. Bu bölümde Türk Müziği’nin bilinen en eski kökenlerinden başlayıp 18. Yüzyıla kadar gelen bir süreç, ilk bakışta kronolojik gibi görünse de aslında tematik, üstelik sosyolojik anlamda kavramsallaştırılmış bir şekilde tarih uğraklarına ayrılmış. Her alt-bölümde bir dönemin ruhu (erken İslâm toplumundaki feodal düzen ve kültürel kimlik arayışları, vb.), yaygın kültür pratikleri ve anlam matrisleri, çoğunlukla bir anahtar kişinin imgesinde özetlenmiş (Mustafa Itrî, Evliyâ Çelebi, Ali Ufkî Bey, Dimitri Kantemir). Bu bölümün sonunda, Türk Makam Müziği’nin teknik temellerinin nasıl sosyo-ekonomik bağlamla iç içe geçmiş olduğunu iyi idrak ediyoruz. İkinci bölüm “Değişimin Dinamizmi ve Müzikal Yansımaları” başlığını taşıyor. İlber Ortaylı’nın deyişiyle “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı”nın neden 19. Yüzyıl olduğunu bütün açıklığıyla idrak ediyoruz. Osmanlı 19. Yüzyılı, klasik kronolojik siyasî tarihçiliğine göre bir çöküş (ya da dağılma) dönemidir. Oysa kültürel olgular siyasî gerilemeye ters yönlü olarak hayret verici bir dinamizmi 19. Yüzyıl boyunca kazanmışlardır. Hatta bu süreç 18. Yüzyıl başlarına kadar köklenmektedir. Namık Sinan Turan, bu bağlantıyı diyalektik ilişkilerle kurarak, çoğu muhafazakâr ya da liberal esinli tarih çalışmalarında yapıldığı gibi değer yargısı yüklü ve fevkalâde indirgeyici şemalarla okuyucunun katılaşmış ideolojik duyarlılıklarını kaşımak gibi ucuzcu formüllerden uzak bir yöntem izliyor. Toplumsal değişme olgusunun yalnızca bazı yöneticilerin aldıkları “yanlış” kararların bir ürünü olmadığını, ticaret ve kentleşmenin tetiklediği modernleşme eğiliminin, geri kalmışlığın baskısıyla beliren reformist hareketlerle oluşturduğu eklemlenme süreci içinde geliştiğini vurguluyor. Değişmeyi anlatırken basmakalıp sığ yargıların ne denli yanlış olduğunu, örneğin II. Abdülhamit ve opera ilişkisi üzerinden sergiliyor. Bölüm, erken Cumhuriyet yönetiminin kurmayı arzu ettiği, ancak kuramsal bir altyapısı, sistemli bir estetiği ve süreklilik arz eden bir üretimi olmaması nedeniyle akîm kalan yeni müzik anlayışını her boyutuyla, ama özellikle ideolojik koşullanmalardan kaçınarak tartışıyor. Nihayet üçüncü bölümde, müziğin Türkiye tarihinin ilgili kültür coğrafyasıyla bağlantılarına değiniliyor. Mısır ve Lübnan müzikleriyle Türk Müziği bağlantıları, Ümmü Gülsüm (Umm Qalsum), Feyruz ve Rahbani Kardeşler örnekleriyle tartışılıyor. Bunun dışında Türkiye’den dünyaya doğru yayılan müzikal etkilere değiniliyor. Bu son aşamada da yine tipik kişiler (Şerif Muhittin Targan, Necdet Yaşar, Leyla Gencer), birer biyografi olmanın ötesinde, toplumsal değişmenin simgeleri olarak somutlaştırılıyor. En sonda ise Maria Callas, bir müzikal fenomen olarak inceleniyor. Sonuç olarak, kitabın içeriği, toplumsal değişme gibi kapsamlı bir sosyolojik sorunsala yaslanması sayesinde zengin bir tartışma sahasına dönüşmüş; başlı başına takdiri hak eden bir yaklaşım. Ayrıca, yine Türkiye’nin entelektüel çevrelerinde sürekli ısıtılıp kullanılmaktan bıkılmayan bir a priori olan “Doğu-Batı” ayrışması ya da ikiliği, Turan’ın tarih anlatısında geçersiz bir ölçüt hâline geliyor. Namık Sinan Turan, yetkin bir dili özenle kurarak, Doğu-Batı ikiliği yerine kültür havzalarının kaçınılmaz ilişkiselliğini öne çıkarıyor. Bu ise muhafazakâr ve liberal entelektüel cemaatlerin başlıca besin kaynağı olan kültürel özcülüğü elinin tersiyle itmek anlamına geliyor.
Portedeki Saklı Tarih, müziğin rehberliğinde bir tarih-coğrafya gezisi olarak nitelenebilir. Namık Sinan Turan, bu değerli ve özgün eseri yoğun emekle dokuyan bir tarih emekçisi. Emeğin değerinin bunca azaldığı, akademik üretimin her türlü niteliksizleşmeyle sürekli küme düştüğü bir ortamda saygıyı fazlasıyla hak eden Portede Saklı Tarih, bize umudun pusulasını da sunuyor.
Portede bir tarih saklı. Belki de tarih, asıl portede saklı…
ALİ ERGUR
1 Mayıs 2022, Denizli